25 Kasım 2015 Çarşamba

YENİ ÇAĞA BAŞLANGIÇ: OBLİVİON

     Oblivion,yönetmenliğini Joseph Kosinski'nin yaptığı,başrollerinde Tom Cruise ve Morgan Freeman'ın oynadığı 2013 yapımı bir filmdir.Film,2077 yılında yılında geçmektedir.Film Jack Harper ve yardımcısı Vica'nın Titan'da yaşadıkları olayları ele almaktadır.Klasik Amerikan bilim kurgu filmleriyle benzerlik gösterir.Dünya hep tehlike  altındadır ve vatansever bir Amerikalı ortaya çıkıp tüm dünyayı tek başına kurtarmaya çalışır.Bu tarz filmlerde başka vatandaşlıktan birinin ortaya çıktığını görülmez.Bunun sebebi ana akım sinema olan Hollywood'un diğer sinemalar üzerinde hakimiyet kurma arzusudur.Ancak bu şekilde "Sizi ve dünyayı ancak biz kurtarırız" mesajını izleyiciye verebilirler. Ortaya konan bu yapıtların çok büyük bir bölümü finansal açıdan büyük başarılar kazanır.Yönetmeni Joseph Kosinski daha önce çekmiş olduğu Tron Efsanesi'nde de benzer bir konu işlemiştir. Tom Cruise ise daha önce oynamış olduğu Görevimiz Tehlike ve Dünyalar Savaşı filmlerinde olduğu gibi bu filmde de kurtarıcı rolündedir.Filmin bir diğer başrol oyuncusu ise artık hemen hemen her filmde görmeye alışkın olduğumuz Morgan Freeman'dır.Sesiyle bile olsa mutlaka filmlerin herhangi bir yerinden çıkar.Her ne kadar görsel açıdan çok güçlü bir film olsa da işleniş yönünden pek fazla sürükleyiciliği yoktur.Film içerisinde kütüphane sahnesi dışında izleyicide gerilimi arttıracak çok fazla sahne yok.İşleyiş ve sürükleyicilik açısından Prometheus filmiyle benzerlik gösterebilir.Film içerisinde çok fazla diyalog yok.Özellikle filmin karakterlerinden Olga'nın diyaloglu sahneleri çok azdır.Bu da filmin akıcılığını azaltır.Filmde meta olarak görülebilecek bazı nesneler var.O nesnelerden en önemlisi ise Jack Harper'ın sürekli elinde bulunan bir kitaptır.Bu kitap sayesinde Jack'in diğer kopyalarından ayrıldığı film içerisinde izleyiciye gösterilir.Filmde görülen kafa karıştırıcı noktalardan biride Jack Harper'ın hafızasının silinmesine rağmen rüyalar aracılığıyla geçmişe dair bazı şeyleri hatırlayabilmesidir.Ve bu şekilde 2017 yılındaki karısını hatırlayabilmektedir.Film içerisinde bazı ütopik değerlerde gösterilmektedir.Bunlardan en önemlisi ve en çok göze çarpanı Dünya'dan kaçan insanların Titan'a sığınmasıdır.Titan Satürn'ün en büyük uydusudur ve yaşam koşulları gereğince Titan' a sığınmak imkansızdır.Filmde kadınlarla ilgili iki türde göze çarpmaktadır.Victoria karakteri kadının çaresizliğini ve suskunluğunu ortaya koyarken "TET" karakteri ise aslında kadınların ne kadar güçlü olduğunu ve isterse her şeyin üstesinden gelinebileceğini yansıtmaktadır.Film içerisinde ilk başta kötü gözüken karakterlerin aslında iyi,iyi görünen karakterlerinde aslında kötü olduğu ortaya çıkmaktadır.Her ne kadar kötü yönleri olsa görsel kalite,efektler,çekim açıları ve yönünden  gerçekten iyi bir film.Bilim kurgu ve aksiyon filmi severler Oblivion'u ilgiyle izleyebilir.

                                               KUTLAY ZEREY

8 Kasım 2015 Pazar

ZORLUK İÇERİSİNDE BÜYÜYEN BİR YAŞAM: 5 VAKİT

  
 5 Vakit filmi Reha Erdem filmlerinin en iyisi olarak gösterilir.Film daha çok psikolojik drama türündedir.Film,aynı köyde fakirlik içerisinde yaşayan 3 tane çocuğun hayat hikaysini anlatmaktadır.Bu çocuklar Yıldız,Ömer ve Yakup'tur. Bu üçünün ailesi de köyde hayvancılıkla uğraşmaktadır.Yıldız,Ömer ve Yakup'u diğer akranlarından ayıran şey ise içlerinde ailelerine ve hayata karşı kin ve nefret taşımalarıdır.Yıldız,annesinden sürekli dayak yer ve okulda bu konuda arkadaşları tarafından alay konusu olur.Hatta yanlışlıkla kardeşinin bile yaralar.Ömer'in babası köyün imamıdır ve Ömer babasından çok fazla hoşlanmaz.Çünkü o da zamanında babasından şiddet görmüştür.Babası hastalandığı zaman onun iyileşmemesi için elinden geleni yapar,hatta ileri giderek ilaçlarını bile değiştirir.Ömer'in babasını sevmemesinin nedenlerinden biri de babasının Ömer'in kardeşine ondan daha fazla sevgi göstermesidir.Ona sürekli dualar öğretir ve matematik çalıştırır.Filmin diğer çocuk karakteri ise Yakup'tur.Yakup öğretmenine aşık bir çocuktur,arkadaşları bunu bilirler ama öğretmen bunun farkında değildir. Yakup'un babasına karşı olan nefreti ise babasını öğretmeni izlerken yakalamasıyla başlar.Filmin büyük çoğunluğu gece vakti geçmektedir,hava hep puslu ve yağmurludur.Bu da bize filmin havasının ne kadar dramatik olduğunu gösterir.Ömer'in ve Yakup'un daha çok küçük yaşta olmalarına rağmen sigara kullanmaları aslında onların psikolojik yapılarının ne kadar çökmüş olduğunu ortaya koymaktadır.Sigara aynı zamanda çocukların erkek olmaya başladıklarının bir göstergesidir.Film bize gerçek köy yaşantısının bütün doğallıklarını sunmaktadır.Reha Erdem araya hayvan seslerini de koyarak bu doğallığı ortaya koyar.Filmin bir sahnesinde Ömer,imam olan babası,annesi ve kardeşi fotoğraf çektirirler.Baba,anne ve kardeş fotoğraf çektirirken birbirlerine çok yakın dururlar.Ömer ise biraz daha uzaktır.Bu da ne kadar mutsuz olduğunu ve ailesi ile arasında ne kadar fazla bir mesafe olduğunu bize gösterir.Zamanında Metin Erksan'ın da yaptığı gibi Reha Erdem' de bu filminde toprak mülkiyeti konusunu kullanmıştır ama bu konu daha çok yardımcı konu niteliğindedir.Yaşlı bir dede zamanında toprağını Yıldız'ın babası ve Yakup'un babası arasında paylaştırmıştır ve bu ikili babalarının uyarıları üzerine yol ile toprakları arasına duvar örerler.Yıldız'ın babası hep övülen taraf olurken,Yakup'un babası ise hep eleştirilen ve şiddet gören taraftadır.Bu film içerisinde de öteki türk filmlerinde olduğu gibi doğu-batı karmaşası yer almaktadır.Bir tarafta hayvancılıkla geçinen,tarım yapan,ekmeğini taş fırında kendi yapan aileler varken,diğer tarafta modern,aydın ve hep okuyan bir öğretmen figürü yer almaktadır. Filmde ölüm çok fazla kullanılmaktadır.Filmin belli yerlerinde çocuk karakterlerin ölü bedenleri görülmektedir.Reha Erdem bu filmde doğa görüntülerini fazlasıyla kullanmıştır.Uzak çekimden köyün görüntüleri,bulutların,güneşin ve ayın hareketlerinin gözlenebilirliği buna örnektir.
  5 Vakit filmindeki en önemli zaman algısı ezandır.Filmin akıcılığı yavaş olduğundan vaktin geçtiği ezan vakitlerinden anlaşılmaktadır.Filmin zaman algısı dışındaki en önemli etkenlerinden biri de baba iktidarıdır.Bu da genel olarak doğu toplumlarındaki ataerkil yapıya dayanır.Ömer'in ödevini yapmadan ve babasından izin almadan dışarıya çıkamaması film içerisinden buna örnek olarak gösterilebilir.Ezan dışında bu köyün yaşam belirtilerinden biri de insanların günlük işleridir.İnsanlar tarlaya giderler,hayvancılık yaparlar,ekmek yaparlar.Bunlar o insanlar için rutin işlerdir.Zamanda aslında doğanın bir parçasıdır.Sabah olduğunu film içerisinde güneş doğduğunda,akşam olduğunu ise dolunay çıktığında görürüz.Bu da zamanın doğaya dahil olduğunu gösterir. Reha Erdem ,zamanı beş vakte ayırarak izleyicileri o zaman aralığında yaşayan küçük dağ köyüne sıkıştırmayı başarmıştır.Filmin dikkat çeken noktalarından bir tanesi de tersten başlamasıdır.Film yatsı vaktiyle başlar.Bunun nedeni ise filmin başlangıcında bir karmaşa olmasıdır.Bu karmaşa Ömer'in babasının rahatsızlanması üzerine Yakup'un evine giderek onun babasından ezanı okuması isteğidir.Hava aydınlandıkça çatışma ve uyuşmazlıklar azalmaktadır.Ailelerinin eziyetlerinden bıkan çocuklar tepelere çıkarlar ve oralarda uyurlar.Uyumalarının sebebi kendilerini orada daha rahat hissetmelerindendir.
  Film boyunca erken ergenlik yaşayan çocukların büyüme sancıları gösterilir.Film içerisinden Yıldız'ın okuduğu şiir buna örnek olarak gösterilebilir.Yıldız şiiri zorlanarak okur.Bu da onun büyürken ne kadar zorluk çektiğinin kanıtlarından biridir.Ergenlikle birlikte zorlu günler başlar.Filmde ödipal çatışma kavramı karşımıza çıkmaktadır.Ödipal çatışma,çocuğun karşı cinsten olan ebeveynine aşkıdır.Yıldız,babasına aşık bir kızdır.Özellikle Yıldız'ın babasının kucağına yattığı sahnede iki sevgili gibi görünürler.Yıldız'ın kardeşini düşürdüğü sahnede ise anne "oğlum" derken, baba "kızım" diye koşar.Yıldız,anne ile babasının cinsel birlikteliğini gördükten sonra büyük hayal kırıklığı yaşar.Ömer,film boyunca babasını öldürmek için planlar yapar.Burada psikanalizme bir gönderme vardır.Psikanalizm Freud'un babasının ölmesiyle başlar.Freud psikanalizm ile ilgili yaptığı araştırmalarda bundan sıkça faydalanmıştır.Ömer'in babası her ne kadar Ömer'i döven,ona katı davranan biri gibi görünsede  aynı zamanda Ömer'e birçok şeyi de öğretmiştir.Ömer'in tepede ezan okuduğu sahne ve Ali'nin babası gibi dua öğrenmesi onların babayla özdeşleştiklerini bize göstermektedir.Film boyunca çocuk karakterlerin de iyi ve kötü yanları görülmektedir.Ömer babasını öldürmek için camı sonuna kadar açar ama aynı zamanda kardeşi üşümesin diye gidip onun üstünü örter.Babasını nasıl öldüreceğini düşünürken ufacık bir kuşun ölmesine çok üzülür.Babasını zehirlemesi için akrep getirir ama evde kardeşinin ve annesininde olduğunu hatırlayınca bundan vazgeçer.Filmin ana temalarından biri de kardeş kıskançlığıdır.Bu rekabeti ebeveynler daha da körüklerlerler.Yıldız'ın ve Yakup'un babalarının,babaları tarafından azarlandıkları sahneler buna örnek olarak gösterilebilir. Kardeşlik aynı zamanda cinsel ilişkinin de kanıtıdır.Bu,filmde zaman zaman ebeveynler üzerinden zaman zaman da hayvanlar üzerinden gösterilir.Kardeşlik sadece cinsel ilişkiyle olmamaktadır.Arkadaşlık ilişkileri de kardeşliğe yol açabilir.Ömer ile Yakup'un kimseye anlatamadıkları rüyaları birbirlerine anlatmaları,birbirleriyle olan dayanışmaları ve birbirlerini kan kardeşi ilan etmeleri bunun en büyük kanıtırdır.Aynı zamanda böyle yaparak ödipal karmaşanın yarattığı sıkıntıya çare bulmaya çalışırlar.Arkadaşlık onların ailelerine karşı olan gerginliklerini azaltır.Bu karakterler aynı zamanda kimlik arayışı içerisindedir.Yıldız,önlüğünü çıkartır ve kardeşine bakmaya çalışır.Yıldız,çocukluk ile kadınlık arasında sıkışıp kalmıştır.
  Beş Vakit filmi İslam mitolojisi ile ilişkilendirilebilir.Filmin içerisindeki çocuk karakterlerin isimlerine bakılacak olursa hepsi peygamber adıdır.Ömer,Ali,Yakup,Davut ve İsmail.Bu karakterler sadece isim olarak değil karakter ve harektler olarakta bu peygamberlere benzetilebilirler.İsmail babası tarafından Allah'a kurban edilmek üzereyken yerine koç yollanan peygamberdir.Filmde ise İsmail'in sağ salim kurtulmasıyla onun adına kurban kesildiği görülmektedir.Davut,koyun güden,güçlü,cesur bir peygamberdir.Filmdeki Davut karakterinin ise çobanlık yaptığı ve vahşi hayvanları yakalayabilecek kadar cesur bir karakter olduğu görülmektedir.Yakup ise aynı Yakup peygamber gibi dürüst,sakin ve akıllı bir yapıya sahiptir.Beş Vakit filminde steadicam çekimleri çok fazla kullanılmıştır.Steadicam ile çocuklar yolda yürüken arkadan takip edilmektedir.Bu sanki çocuklar birileri tarafından korunuyormuş hissini uyandırabilir.Film dramatik bir yapıda olduğu için yakın çekimler daha fazla kullanılmıştır.
   Beş Vakit filminde birbirinden ayrılmayan iki kavram bize eşlik eder.Bunlar doğum ve ölümdür.Gece ile başlayan filmde sabaha gelindiğinde çocukların büyüdüğü görülür.Yıldız'ın anne babasını birlikte gördüğü an,Yakup'un kardeşi doğunca babasının kardeşine dua ettiği an,Ömer'in ise babasını affettiği an onların büyüdüğü andır.
                                                                                                         

                                                        Kutlay ZEREY

31 Ekim 2015 Cumartesi

GEÇMİŞE GÖNDERİLEN BİR İNTİKAM: V FOR VENDETTA







Geleceğin İngiltere'sinde geçen filmde terör olaylarında büyük kayıplar verdikten sonra kurtuluşu baskıcı bir yönetimde bulan İngiliz halkının uyanış öyküsü anlatılmaktadır. Film, V'nin Evey'i kurtarması ile açılır. Sadece kapalı devre TV yayını yapılan İngiltere'de yayıncı kuruluşu basar ve bir sonraki sene 5 Kasım'da her şeyin değişeceğini ve onun gibi düşünen herkesin sonraki sene 5 Kasım'da Parlamento Binası'nın önünde toplanmasını ister. Filmde bir yandan bir sene içinde halkın uyanışına, yönetimin gerildikçe baskıyı arttırmasına, özgürlük için gerekli temellerin atılmasına, dedektif Finch'in V'nin ve despot rejimin sırlarını araştırmasına, diktatörlüğün doğuşu ve gelişmesine tanık olurken; diğer yandan Evey'in V'yi ve kendini tanıması, yönetimin kişisel yaşama saldırısı, özgürlüklerin korkulara kurban edilmesi anlatılmaktadır. 5 Kasım tarihinden bahsedilirken aslında tarihe bir atıfta bulunulur. Guy Fawkes 5 Kasım 1605 tarihinde İngiltere Parlamento Binası'nı yıkmak üzere ekibiyle birlikte bir girişimde bulunur. Fakat başarılı olmaz ve vatan haini ilan edilerek ekibiyle idam edilir. Hatta İngilizler 5 Kasım gününü Guy Fawkes Günü olarak kutlarlar. Filmde V, Guy Fawkes'in 400 sene önce yapmak isteyip yapamadığını yapmaya çalışır ve parlamento binasını yıkmak ister. V nin taktığı maskede Fawkes'in yüzünü temsil etmektedir. V, dışarıdan bakıldığı zaman mutlu görünür. Fakat içeriden bakıldığında hiçte mutlu değildir. Çünkü zamanında kimyasal ilaçlara maruz kalıp değişim geçirmiştir ve hastanede yaşanan patlama sonucunda vücudunun tamamı yanar. V'nin film başından beri taktığı maske aslında kendisinin personasını oluşturmaktadır. Persona, kişilik maskesi anlamına gelir yani bir anlamda çift kişilikli olma durumudur. V'nin maske ardındaki yüzü ile maskeli yüzü aslında farklı insanlardır. V bunu Evey ile sokakta karşılaştığı ilk sahnede açıklamaktadır.  V, Evey'e kendi "sıradan" lakabını söylemeyeceğini onun yerine diğer karakteri olan "Dramatis Personası" nı anlatacağını söyler. Bu da onun çift karakterli olduğunu bize gösterir. V, aslında bir anti-kahramandır. Filmde kötü biri olarak görülse de aslında  yaşadığı toplumun iyiliğini isteyen ve bu doğrultuda çalışmalar yapan bir kahramandır. Çünkü yaşanılan toplum totaliter bir düzenle yönetilir ve bu düzen zamanla faşizme doğru kaymaktadır. İngiltere'nin başında olan kişi Sutler'dır. Sutler karakterine bakıldığı zaman bu karakter gerçek hayattaki 2 kişiye benzetilebilir. Birincisi Almanların diktatörü Adolf Hitler. Sutler karakterinin Hitler'e benzeme nedeni ise isim benzerliğinin olması, toplumun Hitler döneminde olduğu gibi faşizmle yönetilmesi ve filmin içerisinde bazı noktalarda gösterilen gamalı haçlardır. Gamalı haç, Nazi'lerin simgesini oluşturmaktadır. Sutler karakterinin benzediği diğer bir kişi ise zamanında İngiltere'de liderlik yapmış olan Margaret Thatcher'dır. Sutler karakteri filmde Muhafazakar Parti'nin başında olarak görülür. Aynı şekilde Thatcher'da liderlik yaptığı dönemde Muhafazakar Parti'nin başındaydı. Ve bu iki ismin devleti yönetme şeklide birbirine benzer. Kaos içerisinde yaşanan bir ideoloji olarak adlandırılabilir. Sutler, faşist bir yönetim gösterirken, Thatcher'da bu yönetiminden dolayı "Demir Leydi" lakabını almıştır. Faşizm kavramı Antik Roma döneminde ortaya çıkmıştır fakat ilk olarak İtalyan lider Benito Mussolini tarafından bu isimle adlandırılmıştır. Faşizmle yönetilen bir toplumlar özgürlük açısından daha kısıtlıdır ve liderleri ne diyorsa toplumda onu yapmakla mükelleftir. Eğer kişi verilen emirlere karşı itaatsizlik ederse lider tarafından cezalandırılır.Örneğin filmde bulunan Deitrich karakteri burada itaatsizliği simgeler. Yaptığı şov programında ülkenin diktatörü Sutler ile dalga geçer (yani ona itaatsizlik yapar) ve yaptığı bu hareketin cezasını canıyla öder. Çünkü faşizmle yönetilen ülkelerde liderlere yapılacak olan itaatsizliğin tek çözümü ölümdür. Filmdeki Sutler karakteri aynı zamanda Big Brother'ın ta kendisidir. Big Brother, George Orwell'ın 1984 romanında yer alan, Okyanusya'yı her yere kurduğu kameralarla sürekli takip eden ve ideolojini sürdürmek adına halkına sürekli zulmeden bir diktatördür. Big Brother ilhamını Jeremy Bentham'ın ortaya çıkarmış olduğu bir hapishane modeli olan Panopticon'dan alır. Panopticon'daki gözlemciler her açıdan mahkumları görebilmektedir fakat mahkumlar bu gözlemcileri asla göremezler. Filme bakıldığı zaman sokakların her tarafında küçük kameralar ve hoparlörler olduğu görülmektedir.Sutler kameralarla toplumu takip ederken, hoparlörle de sokağa çıkış yasağı olup olmadığını halkına bildirir. Bu da toplumun sürekli izlendiğini ve rahat hareket edemediğini bize göstermektedir. Sutler'ın ekibiyle birlikte toplantı yaparken büyük bir ekranın karşısında olması ve miting meydanında insanlara karşı Hitler gibi konuşması onun bir Big Brother ve faşist lider olduğunu bize kanıtlamaktadır. V ise bu duruma karşı çıkan ve halkını kurtarmak isteyen bir özgürlük savaşçısı modelini çizmektedir.
  V For Vendetta içerisinde distopyayı anlatan bir filmidir. Distopya, kötü dünya düzenini simgelemektedir. Ütopyanın anti tezini anlatır. Ütopyada güzelliklerden bahsedilirken distopya da dünya düzeni hiçbir zaman eskisi gibi olmaz ve dünya sürekli kötüye gider. Distopya daha çok otoriter-totaliter toplumda görülür. Kavram ilk defa felsefeci John Stuart Mill tarafından kullanılmıştır. Distopik toplumların başından kötü senaryolar hiçbir zaman eksik olmaz. Bu senaryo bazen dünyanın sonu olurken, bazen de toplumu olumsuz yönde etkileyecek olan kimyasal bir zehirlenme olabilir ( V For Vendetta'da olduğu gibi ) Geleceğin arzu edilenin dışında olacağını ve sürekli kaos ortamının hakim olacağını anlatır. Nitekim film içerisine bakıldığı zaman hiçbir şey olumlu yönde gitmez tam tersine tüm olumsuzluklar arka arkaya gelir. Film içerisinde dinlere de göndermeler yapılmaktadır. Ama buradaki din anlatısı yobazlaşma üzerine kuruludur. Film içerisinde bulunan ve diktatör Sutler'ın en yakın adamlarından biri olan Lilliman karakteri bir papazdır ve Hristiyanlığı temsil etmektedir. Fakat bu papaz yobazlaşmıştır. Çünkü dışarıya her ne kadar iyi görünse de aslında sapık bir insandır ve genç kızlarla birlikte olur. V ise onun işlediği bu tacizcilik suçundan dolayı onu öldürür. Film içerisinde İslam' a da göndermeler yapılmaktadır. Dietrich karakteri  Evey'e evini gezdirirken evin gizli bir bölümünde 400 yıllık Kur'an ile karşılaşırlar. Evey ona " Sen Müslüman mısın?" diye sorduktan sonra Dietrich ona " Fikirleri sevmek için illa Müslüman olmam gerekmez" yanıtını verir. Burada karakterin İslam'a karşı bir sempatisi olduğunu anlarız. Fakat bu karakteri ölüm sebebi de evinde bulunan Kur'an dır. Yani burada İslam sevgisi ve karşıtlığı bir arada verilmektedir ve bu kavram "Oryantalizm" olarak adlandırılır. Oryantalizm kelime anlamı olarak "Batının Doğuya bakışı" anlamına gelmektedir. Ama bu bakış iyi değil kötü bir bakıştır. Daha çok küçümsemeye yöneliktir. Oryantalist bakış açısına göre Batı, hristiyan, daima gelişmiş, uygar, medeni ve en ciddi sorunları bile kolayca aşabilecek derecede güçlü bir yapıdır. Bu görüşe göre Doğu ise Müslümanlığı temsil eder, daima zayıftır ve batıya boyun eğmek zorundadır. V For Vendetta filminde Deitrich karakteri bu anlamda doğuyu yani Müslümanlığı, onu öldüren zihniyet ( Sutler ve adamları ) ise batıyı yani Hristiyanlığı temsil etmektedir.  Oryantalizm, Orient ve Occident'tan oluşur. Orient, Doğu'dur ve sürekli batıya bağımlıdır. Batı ise Occident'tır ve sürekli doğuya hükmeder.
  V For Vendetta, şiddet ve iktidar kavramlarını yeniden gözden geçirmemize neden olmaktadır. Filmin henüz ilk sahnelerinde Evey, sokakta kolcular tarafından yakalanır ve tehdit edilir ve sonra V tarafında kurtarılır. Alman yazar Walter Benjamin'in şiddet teorisine göre polisler toplumu koruyucu konumdadır ve yeri geldiği zaman öldürme yetkisine de sahiptirler. Bu yasal bir durumdur. Teoriye göre polis yasa koyucudur çünkü tüm hükümler için hak iddiasında bulunabilir. Aynı zamanda yasa koruyucudur çünkü hak iddia ettiği tüm yükümleri korumakla mükelleftir. Böylece polis, hiç bir yerden emir almadan sırf kendi inisiyatifini kullanarak güç uygulayabilir. V For Vendetta'da Evey'i sıkıştıran sivil polislerin sokağa çıkma yasağı olmasına rağmen teoride bahsedilen inisiyatifini kullanıp güç uygulayabildikleri görülmektedir. Burada Benjamin polisten bahsederken filmde kolcular polislerin görevlerini üstlenmiştir. Diktatör rejimin kolcuları sokakta rejimin ideolojisini temsil eder. Onlar bilirler ki kimse yaptıklarından ötürü onlardan hesap sormaz. Onlarda dilediklerini yaparlar yani bir nevi ( Walter Benjamin'in de dediği gibi ) yasa koyarlar. işin iktidar kısmına gelecek olursak burada kurulan iktidar biyolojik bir iktidardır. Yani toplumun bütün bireyleri tek tek zapt edilir. Bu kavrama Biyoiktidar denir. Felsefeci Michel Foucault'a göre iktidar sahipleri ( yani Sutler ve ekibi ) insanları çeşitli yollarla ( deney gibi ) bedenlerini kontrol altına almaya çalışırlar. Nitekim film içerisinde de insanların üzerinde yapılan deneyler gösterilmektedir ve hatta filmde bir patlama sonucunda V'nin bütün vücudu yanmıştır. İşte film içerisinde de bu tarz deneylerin yapılma sebebi bir virüsü engellemek değil tamamen egemen ideolojiyi yaymaya çalışmaktır. Bu durum zamanla "Organik İktidar" kavramını oluşturmaya başlar. Bu kavrama göre devlet beyni, çalışan kesim ise kollar ve bacakları temsil etmekteydi. Biyoiktidar teorisinin temelinde "birey devlet için bir denektir ve devletin arzuladığı kalıpların dışına asla çıkamaz" yatmaktadır.
  V For Vendetta distopik bir film olmakla birlikte aslında bir uyanışın öyküsüdür. Filmin sonunda 5 Kasım gecesinde tüm insanlar V'nin çağrısına uyar ve yüzlerine taktıkları maskelerle bir devletin uyanmasına neden olurlar. Ve o gece Guy Fawkes'ın 400 yıl önce yapmak istediği şey gerçek olur ve Parlamento Binası yerle bir edilir. Artık İngiltere'yi o günden sonra çok daha güzel ve aydınlık günler beklemektedir. Yani V'nin de film içerisinde sıkça bahsettiği o durum gerçekleşir: "Özgürlük! Sonsuza kadar!"



                                                                                                                    KUTLAY ZEREY

24 Ekim 2015 Cumartesi

AŞK, SAVAŞ VE ÇOCUK ARASINDA EZİLMİŞ BİR YAŞAM: LİFE İS BEATİFUL

 Sevgili arkadaşlar. Bildiğiniz gibi sizler için her hafta bir film paylaşmaya çalışıyorum. Naçizane kendi beğendim filmleri sizlerinde izlemesini istiyorum. Bu nedenle bir yandan filmi anlatırken diğer yandan da kendi görüşlerimi sunuyorum. Evet bu hafta sizler için seçtiğim film bir İtalyan efsanesi olan Hayat Güzeldir. "Güzel bir film seçmişsin" dediğinizi duyar gibiyim. Dilerseniz hemen değerlendirmeye başlayalım.




















 Aslında filmin afişi bile size başlıkta söylemek istediğim şeyi anlatıyor değil mi? Aşk ve çocuk. Tabi bir de bunun yanına eklenecek olan kahrolası bir savaş...

Orijinal Adı: Life İs Beatiful
Yönetmen: Roberto Benigni
Oyuncular: Roberto Benigni, Nicoletta Braschi, Georgio Cantarini
İMDB Puanı: 8.6
Yapım Yılı: 1997

Konu (Story): Filmimiz ikinci dünya savaşı döneminde geçmektedir. Fakat filmin ilk yarısında bu konudan bahsedilmez. Zira film savaştan birkaç yıl öncesini anlatarak başlar. Filmin ana karakteri Guido Orefice (Roberto Benigni) bir garsondur ve kitap evi açmayı hayal etmektedir. Guido aynı zamanda çok neşeli bir insandır. Günün birinde bir okulda öğretmenlik yapan Dora (Nicoletta Braschi) ya aşık olur. Dora nişanlıdır fakat nişanlısı çok kibirli biridir ve ondan ayrılarak bir atın üzerinde Guido ile birlikte kaçar. Bunlar evlenirler ve birkaç yıl sonra Giosue (Georgio Canterini) isimli bir çocukları olur. Bu aile mutlu bir şekilde yaşarken o sırada İkinci Dünya Savaşı patlak verir ve aile dağılarak farklı kamplara yerleştirilir. Ve bu noktadan sonra dram başlar... Ortada bir oyun vardır. Guido oğluna aslında olanların birer oyun olduğunu, oyunu kazanırsa ona bir oyuncak tank alacağını söyler. Filmin daha sonrasını sporiler içermemesi için sizlere bırakıyorum.

 The Story Of Movie: 
In 1939 Italy, Guido Orefice is a young Jewish man who is leaving his old life and going to work in the city where his uncle lives. Guido is comical and sharp, making the best from each situation he encounters. From the start he falls in love with a girl Dora. Later he sees her again in the city where she is a teacher. Dora is set to be engaged to a rich but arrogant man. He is a local government official with whom Guido has run-ins from the beginning. Guido is still in love with Dora and performs many stunts in order to see her. Guido sets up many "coincidental" incidents to show his interest. Finally Dora sees Guido's affection and promise and gives in against her better judgement. He steals her from her engagement party on a horse, humiliating her fiancé and mother. Soon they are married and have a son, Giosuè.Through the first part, the film depicts the changing political climate in Italy: Guido frequently imitates members of the National Fascist Party, skewering their racist logic and pseudoscientific reasoning (at one point, jumping onto a table to demonstrate his "perfect Aryan bellybutton"). However, the growing Fascist wave is also evident: the horse Guido steals Dora away on has been painted green and covered in antisemitic insults. Later during World War II, after Dora and her mother have reconciled, Guido, his Uncle Eliseo and Giosuè are seized on Giosuè's birthday. They and many other Jews are forced onto a train and taken to aconcentration camp. After confronting a guard about her husband and son and being told there is no mistake, Dora volunteers to get on the train in order to be close to her family. However, as men and women are separated in the camp, Dora and Guido never see each other during the internment. Thus, Guido pulls off stunts, such as using the camp's loudspeaker, to send messages, symbolic or literal, to Dora to assure her that he and their son are safe. Eliseo is executed in a gas chamber shortly after their arrival. Giosuè barely avoids being gassed himself as he hates to take baths and showers, and did not follow the other children when they had been ordered to enter the gas chambers. In the camp, Guido hides their true situation from his son. Guido explains to Giosuè that the camp is a complicated game in which he must perform the tasks Guido gives him. Giosuè is at times reluctant to go along with the game, but Guido convinces him each time to continue on. Guido sets up the concentration camp as a game for Giosuè. Each of the tasks will earn them points and whoever gets to one thousand points first will win a tank. He tells him that if he cries, complains that he wants his mother, or says that he is hungry, he will lose points, while quiet boys who hide from the camp guards earn extra points. Guido uses this game to explain features of the concentration camp that would otherwise be frightening for a young child: the guards are mean only because they want the tank for themselves; the dwindling numbers of children (who are being killed in gas chambers) are only hiding in order to score more points than Giosuè so they can win the game. He puts off Giosuè's requests to end the game and return home by convincing him that they are in the lead for the tank, and need only wait a short while before they can return home with their tank. Guido eventually buys additional time by intentionally getting Giosuè mixed in with nearby German schoolchildren, and briefly working as a servant for the same kids in order to help keep the other officials from noticing that Giosuè is actually Italian.

 İzleyici Notu: Evet. Belkide bu film beni hayatımda en çok etkileyen filmlerden biridir. İnanın yazarken bile aklıma gelen bazı sahneler tüylerimi diken diken etmeye yetti bile. Bir babanın fedakarlığı, oğlunun sırf o savaş ortamından korkmamasını sağlamak için onu koruması, toplama kampında zulüm görürken kendini düşünmeden sırf oğlunu mutlu edebilmek için bir oyunun içinde yer alıyormuş gibi davranması, ölüme giderken bile dolabın içinde saklanan oğluna bir oyun oynuyormuş gibi yapması ve daha niceleri... Bir baba çocuğu için ne kadar daha fedakar olabilir ki? Hele bir savaş ortamında. Hep komedi filmlerinde gördüğümüz, komikliklerine alıştığımız, Asteriks ve Oburiks filmindeki Galyalı komutan rolü ile bizleri gülme krizine sokan Roberto Benigni'den inanılmaz bir dram filmi. Ayrıca filmde Dora karakterini oynayan kişi Roberto'nun gerçek hayattaki karısı. Belkide bu nedenle o aşk hikayesi bize bu kadar net geçti. İtalyan dışa vurumculuk sinemasını seviyorsanız bu filmin içinde Vittoria De Sica'nın Bisiklet Hırsızları'nı ve Roberto Rossalini'nin Roma Açık Şehir'ini bu filmin içerisinde çok rahat görebilirsiniz. Emin olun filmin içerisinde sizi "katharsis" seviyesine çıkaracak fazlasıyla yer var. Film o kadar başarılı oluyor ki çıktığı dönemden itibaren 239 milyon dolarlık hasılat elde ediyor. 1998 yılında yapılan Oscar töreninde bu film "En iyi yabancı film", "En iyi müzik" ve "En iyi Erkek Oyuncu ( Roberto Benigni )" dallarında 3 tane Oscar kazandı. Ki daha önce en iyi yabancı filmi ve en iyi erkek oyuncu ödülünü aynı anda alan bir film çok azdır. Bu da aslında bu filmin ana akım sinema olan Hollywood'a karşı alternatif sinema akımının büyük bir zaferidir. Filmin aldığı diğer ödüllerden bahsetmiyorum bile. Mutlaka izleyin filmin sonunda benim yazdıklarımı çok daha iyi anlayacaksınız.

20 Ekim 2015 Salı

KENDİNİ BULMAYA ADANMIŞ BİR YAŞAM: TRUMAN SHOW




  Truman Burbank,  Dünya'nın en güzel adalarından biri olarak kabul edilen Seaheaven Adası'nda yaşamaktadır. Bir işi, evi, güzel bir karısı vardır. Mutlu bir hayat sürdürürler. Fakat Truman Burbank diğer insanlardan biraz farklıdır. Çünkü Truman'ın içerisinde yaşamış olduğu ortam ve yanında bulunan insanların hepsi birer oyuncudan ibarettir. Seaheaven adı verilen ada aslında kocaman bir dizi setidir. Ve burada 30 yıldır Truman Burbank'in hayatı yayınlanır. Fakat Truman'ın bundan haberi yoktur. Ve hayatını ne zaman sorgulamak istese bu sorgulama programın yönetmeni Christof tarafından engellenir. Truman ne zaman o adanın dışına çıkmak istese bu durum birileri tarafından engellenir. Truman'ın hayatı Panopticona benzetilebilir. Panopticon, 1785 yılında felsefeci Jeremy Bentham tarafından ortaya atılan bir hapishane inşa modelidir. Bu hapishanenin en önemli özelliği hapishanenin muhafızları hangi noktadan bakarsa baksın mahkumların içeride neler yaptıklarını görebilmektedir. Mahkumlar ise tam tersi gözlemcilerin neler yaptıklarını göremezler. Böylece rahat davranamazlar. Truman Show'da ise karakterlerin içinde bulunduğu Seaheaven Adası aslında Panopticon'un ta kendisidir. Truman oradaki mahkumlardan biriyken onu gözetleyen yönetmen Christof gardiyanın ta kendisidir. Panopticon denilen bu model ilerleyen yıllarda ortaya çıkan Big Brother'ı da etkilemiştir. Big Brother, George Orwell'ın 1984 romanında geçen, iktidarı eline geçirebilmek için her türlü sahtekarlığı yapan, halkını sürekli kameralarla izleyen Okyanusya ülkesinin büyük diktatörüdür. Big Brother, " sürekli izleniyorsunuz, sürekli takiptesiniz" mesajını insanlara verir. Bu kavram aslında yıllarca hepimizin izlediği ve Dünya'da da büyük yankı uyandıran " Biri Bizi Gözteliyor" un ta kendisidir. Bu filmde ise Big Brother yine yönetmedir. Yönetmen adeta bir tanrıdır ve etraftaki her şeyi aslında o yaratmıştır. Yönetmenin adından bile bu çıkarımda bulunulabilir. Yönetmenin adı Christ-of tur. Christ, Hıristiyanlıkta İsa dolayısıyla Tanrı anlamına gelmektedir. Bu anlamda Truman'ın adında da bir anlam vardı. Truman, true-man dan gelir. Doğrucu, gerçek adam anlamındadır. Zaten filmin içerisine bakıldığı zaman Truman'ın ne kadar saf, doğru ve gerçek bir insan olduğu anlaşılabilmektedir. Filmde Truman, hayatından hiç şüphelenmezken bir gün yolun ortasında daha önce öldüğü gösterilen babasını görür. İşte tam bu noktada Truman varoluşunu ve yaşamını sorgulamaya başlar. Bu noktada Descartes'in "Düşünüyorum öylese varım!" sözü devreye girmeye başlar. Varoluş özden önce gelir. Bu varoluşçuluğun merkezidir. Yaftalar, roller önyargılar, davranışlar aslında toplumsal birer maskedir. Bireyin yaşamının ne olduğu ve nasıl adlandırması gerektiği bu öze göre belli olur. Buradaki birey Truman Burbank'tir. İnsan varlığı irade olarak koyan 3. kişidir. Bu durumda buradaki birinci kişi yönetmen Christopf'un ta kendisidir. Truman, ne zaman kurulu düzene karşı herhangi bir harekette bulunsa iktidar mekanizmasının merkezi olan Christof tarafından engellenir. Christof mekanizmanın merkezidir çünkü sisteme karşı gelen her şeyi ortadan kaldırabilir. Örneğin Sylvia karakteri Truman'a gerçekleri söylemeye çalıştığı için oradan kovulur, yani ölür. Burada verilmek istenen mesaj ise şudur: " Sakın sisteme karşı gelmeyin. Sisteme karşı geldiğiniz anda hayatınız son bulur!" dur. Truman, hayatı sorulamaya başladıktan sonra artık o adadan çıkmak ister. Fakat yönetmen tarafından önüne yine çeşitli engeller konur. Truman, denize açılmasın diye babası bir mizansenle denizde öldürülmüş ve bu sayede Truman'a deniz korkusu verilmiştir. Truman bir gün işyerinde Fiji adalarına gitmek için telefon görüşmesi yapmaktadır. Bunu gören arkadaşlarından biri elinde bir gazeteyle gelir ve  gazetede şu yazmaktadır: " Seaheaven Dünyanın en güzel adası seçildi! " yazar. Dolayısıyla Truman engellenir. Yine aynı şekilde uçak bileti almaya gittiği zaman yanındaki afişte dev bir uçak resmi vardır ve o uçağa yıldırım düşmektedir. Posterde " İT COULD HAPPEN TO YOU" yani " Seninde başına gelebilir!" yazmaktadır ve dolayısıyla Truman yine engellenir. Aslında Truman'ın hayatı Platon'un mağara alegorisine benzetilebilir. Mağara alegorisine göre bazı insanlar doğdukları andan itibaren mağara kapısına arkalarını dönük bir şekilde oturmak zorundadırlar. Başlarını da arkaya çeviremeyen bu insanlar, mağaranın içerisine giren ışığın aydınlattığı karşı duvarda, kapının önünden geçen başka insanların ve onların taşıdıkları şeylerin gölgelerini izlerler. Zamanla içlerinden biri kurtulur ve dışarıya çıkar, gölgelerin asıl kaynağını görür. İçeri girip dışarıda gerçek bir hayatın var olduğuna diğer insanları da inandırmaya çalışır fakat başarılı olamaz. Mağaradaki insanlar düşünürler, sorgularlar fakat dışarıdaki yaşantıyı merak etmelerine rağmen bir türlü dışarıya çıkmaya cesaret edemezler. Truman Show filminde de bu görülür. Truman Burbank'in yaşamış olduğu Seaheaven Adası aslında Platon'un bahsetmiş olduğu mağaranın ta kendisidir. Truman ise o mağaranın içerisinde yaşayan mahkumlardan biridir. Hep hayatı sorgular, o mağaradan dışarıya çıkmak ister fakat hep bir şekilde engellenir. Ama o mağaradan kurtulan insanda Truman'ın ta kendisidir. Mağaradan kurtulmak için deniz korkusunu yener ve aslında o ada dışında da bir hayat olduğunu görür. Nitekim filmin sonunda o koca mağaradan çıkarak gerçek hayata kavuşur.
  Truman Show filmi içerisinde birden fazla teoriyi görmek mümkün. O teorilerden biriside Jaques Lacan'ın ayna teorisidir. Bu teori ilk olarak 1936 yılında Lacan tarafından ortaya atılmıştır. Teoriye göre 6-18 aylık bebekler henüz kendi benliklerinin farkında değildir. Bu süreçte bebekler çevresindeki nesne ve bireylerden farklı bir varlık olduklarını algılayamazlar. Bebek kendisini aynada gördüğü ilk anda kendisini ayrı bir bütün olarak görür ve kendisini aynadaki görüntüsüyle özdeşleştirir. Filmdeki Truman karakteri de ilk sahnelerde ve filmin bazı sahnelerinde banyodaki aynasının karşısına geçer ve sanki bir bebekmişçesine hareketlerde bulunur. İzleyici bu anlarda aynı teorideki bebeklerde olduğu gibi Truman Burbank ile özdeşleşmeye başlar.
  Truman Show filminde Frankfurt Okulu bağlantısıyla birlikte medya eleştirileri de yer almaktadır. Frankfurt Okulu 1923 yılında Theodor Adorno, Habernas ve Horkhaimer gibi felsefeciler tarafından kurulan bir düşünce akımıdır. Frankfurt Okulu psikanaliz, tarih, estetik, felsefe gibi farklı akımları bir araya getirerek yorumlamalarda bulunmuştur. Frankfurt Okulu'nun en önemli düşüncelerinden biri de medya üzerinedir. Thedore Adorno'ya göre egemen ideoloji denilen kavram çeşitli medya enformasyonlarıyla halkı etkilemeye çalışır. Tabi bu enformasyonlar ideolojiyi destekleyici nitelikte olmalıdır. Medya yaydığı bu enformasyonlarla toplum içerisinde "kitle kültürü" nü oluşturur. Kitle kültürü, seri olarak üretilen, tek tip ve sürekli aynı şeylerle beslenen insanların oluşturduğu bir kültürdür. Bu topluluk verilen ideolojik bilgileri hiç sorgulamadan kabul eder ve tüketir. İdeolojiler bu sayede hem kendilerini kabul ettirirler hem de daha da güçlenerek yollarına devam ederler. İdeolojiler bu enformasyonu yayma işlemini genellikle kitle iletişim araçları ile gerçekleştirmektedir. Özellikle televizyon, medya enformasyonlarını yaymada en çok kullanılan kitle iletişim aracıdır. Bu sayede toplumların kültürlerine daha rahat girilir ve toplumun kültürü ideolojiye göre  kolaylıkla yeniden şekillendirilebilir. Adorno'ya göre bu bilgiler medya aracılığıyla insanlara tekrar tekrar verilir ve bir seviyeden sonra insanlar başlarına gelen bazı olayları bunlara yormaya başlarlar ve o enformasyonu sahiplenirler. Antonio Gramsci'ye göre ise bu ideolojiler belli bir döneme kadar insanlara zorla verilir. Belli bir dönemden sonra insanlar reddetmeye başlarlar. O nedenler bu seviyeden sonra işin içerisine " rıza " kavramı girer ve insanlar uyuşturularak sanki kendi rızalarıyla yapmış gibi bir sahiplenme duygusu içerisine girerler. İdeolojiler bu rıza kavramıyla kendi hegemonyalarını kurarlar. Bu hegemonyalar ise yine Gramsci'nin ortaya attığı gibi " karşıt rıza " ile devrilebilir. Ancak bunu başarabilmek için sistemli ve akılcı bir çalışma içerisinde bulunma gerekir. Truman Show filmi içerisinde bulunan ve programı izleyen insanlarda rıza yoluyla ikna edilmiştir. Barda, duşta, yastıklara sarılarak izleyen yaşlı insanlar ya da polisler Frankfurt Okulu'na göre oluşturulan kitle kültürünün ta kendisidir. Buradaki kitle kültürü bir yandan Truman'ın o ortamdan kurtulmasını isterken diğer yandan da istemez. Çünkü Truman o adadan çıkarsa 30 yıl boyunca kesintisiz devam eden program bir anda biter ve insanlar izlemek için başka bir şey bulmak zorunda kalır. Nitekim filmin sonunda Truman'ın kurtulduğunu gören polisler buna çok sevinirler fakat yayın kesildikten sonra bir polis diğerine " TV rehberi nerede? Bakalım TV'de başka ne varmış?" diye sorar. İşte bu da insanların medyanın vermiş olduğu enformasyonlara ne kadar bağlı olduklarını bize gösterir. Buradaki insanlar tamamen kitle kültürüne dönüşmüştür. Fakat bu izleyiciyle filmin ana karakteri olan Truman Burbank ile zıtlık vardır. İzleyici günlük hayatın sıkıntılarından kurtulmak için Truman Show'u izlerken, Truman kendi sıkıntılarından kurtulmak için Truman Show'dan kaçmaya çalışır. Oluşturulan kitle kültürü derin bir uykunun içerisindedir o Truman Show içerisinde anlatılan o klasik Amerikan rüyasını görmeye devam ederler. Truman kendi sınırlarını zorlayan, modenist bir bireyi temsil eder. Truman'ın şüphelendiği ilk an aslında özgürlüğüne kavuşmaya başladığı andır. Çünkü bir insan esir olduğunu anladığı anda özgürlüğü için savaşmaya başlar. Nitekim Truman filmin sonunda özgürlüğüne kavuşur. Truman'ın filmin sonunda söylemiş olduğu cümle onun varoluşunu bulmak için açması gereken kapının anahtarıdır: "Olur ya belki sizi göremem, iyi günler, iyi akşamlar ve iyi geceler."

                                                                                                     KUTLAY ZEREY

15 Ekim 2015 Perşembe

TÜRK OLMAKTAN GURUR DUYMAMIZI SAĞLAYAN, YAKIN TARİHTE GERÇEKLEŞMİŞ 10 OLAY

   Sevgili arkadaşlar, bildiğiniz gibi son zamanlarda ülkemizde istenmeyen olaylar meydana geliyor. Bombalar patlıyor, insanlar ölüyor. Bu olayla Türkiye'de oluyor. Peki bu ülkede hiç mi bizi gururlandıran, göğsümüzü kabartan olaylar olmadı? Tabi ki oldu. Benim burada amacım bu zor günlerde sizlere yaşanan gurur dolu anları aktararak aslında ne kadar çok değerli ve çok çabuk birleşebilen bir devlet olabildiğimizi göstereceğim. Dilerseniz başlayalım.

1-Naim Süleymanoğlu'nun olimpiyat altınını kazanması












 Tarih 1988. Yer Güney Kore'nin başkenti Seul. Naim Süleymanoğlu, koparmada toplamda 320, 339 ve 342 kg kaldırarak ulaşılması güç bir rekora imza atmış ve Türkiye'ye halter tarihinde ilk olimpiyat altınını getirmiştir. 1996 Atlanta Olimpiyatları'nda ise 3. kez madalya kazanarak tarihe geçmiştir.

2-Anadolu Efes'in Koraç Kupası'nı alması













 Tarih yine 1996. O zamanki adıyla Efes Pilsen dönemin Euroleague şampiyonluğu ile eş değer olan Koraç Kupası'nı kazanarak Türk basketbol tarihindeki en büyük başarılardan birisini kazanmıştır. O dönem takımın başında daha sonrasında kendisini bir basketbol efsanesine dönüştürecek olan Aydın Örs bulunmaktaydı. Kadroda ise Ufuk Sarıca, Mirsad Türkcan gibi yıldız oyuncular vardı. Takımın yardımcı antranörleri ise Oktay Mahmuti ve Ergin Ataman'dı.

3-Galatasaray'ın UEFA Kupası'nı kazanması













 "Futbol tek ihtimalli insanların oyunudur" repliği herhalde hepimizin hala kulaklarındadır. Çok bir şey anlatmaya gerek yok. Türk futbol tarihinde yaşanan en büyük başarı öyküsü. Milan galibiyeti ile başlayan muhteşem macera 17 Mayıs 2000 de Kopenhag Parken Stadı'nda alınan UEFA Kupası ile son buldu. Ve bu kupa 2001 senesinde alınan Süper Kupa ile taçlandı. Tabi Star gazetesinin de başlığını burada hatırlatmak lazım "CUP-TIK!"


4-Fenerbahçe'nin Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek final oynaması















2006-2007 sezonununda takımın başında Brezilya'nın efsanesi Artur Zico varken herhalde hiç kimse bu kadar büyük bir tarihi başarının gelebileceğini tahmin bile edemezdi. Ama imkansız oldu ve Fenerbahçe İnter, Cska Moskova, Sevilla gibi devleri dize getirip devlerin liginde çeyrek finale yükseldi. Çeyrek final mücadelesinde ise Chelsea ile karşılaşan Fenerbahçe Deivid'in efsane golü ile 2-1 maçı kazanmasına rağmen deplasmanda 2-0 yenilerek elendi. O dönem kendi kalesine 3 gol atan Edu'yu da unutmamak lazım tabi!

5-Atletizmde olimpiyatlarda gelen ilk altın madalyalar














2012 Londra Olimpiyatları belkide tüm tarihin gelmiş geçmiş en iyi olimpiyatlarından birisi olabilir. Ama bu olimpiyatlar bizim için çok daha değerli. Neden mi? Çünkü atletizm 1500 metrede ilk altın ve ilk gümüş madalyamızı kazandık. Aslı Çakır Alptekin birinci olarak altın madalya kazanırken, ikinci sırada yer alan Gamze Bulut gümüş madalya kazandı. O günü hatırlıyorum da...

6-Süreyya Ayhan ve atletizmde gelen ilk madalyalar















 Bu listede Süreyya Ayhan olmazsa olmazdı. Onun için Türklerin Usain Bolt'u diyebiliriz. Tarih 2002. Yer Münih. Süreyya Ayhan, dönemin en iyi atletlerinden birisi olan Dünya ve Olimpiyat şampiyonu Gabriela Szabo'yu mağlup ederek Türkiye'ye atletizm tarihindeki Avrupa şampiyonalarında ilk altın madalyayı getirmiştir.

7-2002 Dünya Kupası ve gelen Dünya üçüncülüğü
















Fazla söze gerek yok. Milli takımlar bazındaki en büyük başarımız. Sırasıyla Brezilya, Kostarika, Çin, Japonya, Kamerun ve Güney Kore'yi dize getirdiğimiz, yarı finalde Brezilya'yı kıl payı kaçırdığımız, bütün Dünya'nın saygısı kazandığımız bir turnuva. Bize getirisi Dünya üçüncülüğü ve çok büyük bir prestij oldu. Yalçın Çetin'in: "Altın gol altın! Unutulacak bir gol değil bu!" repliği tüylerimizi hala diken diken eder.

8-2008 Avrupa şampiyonluğu ve bu sefer Avrupa'da gelen üçüncülük











Yine bir turnuva ve yine o turnuvaya damga vuran Türkiye. Bu sefer takımın başında Şenol Güneş değil Fatih Terim var. Rakipler farklı, inanç ve ruh aynı. Kim unutabilir ki Avrupa tarihine geçen Çek maçını ve 120 de gol yiyip 121 de gol attığımız Hırvatistan maçını? Sonuç yarı final. Rakip Almanya'ya son dakikada yediğimiz golle yenildik. Ama Avrupa 3. sü olduk ve Fatih Terim turnuvanın teknik direktörü seçildi.

9-2010'da basketbolda gelen Dünya üçüncülüğü











Bu sefer yer Türkiye. Millilerimizin başında Dünya'nın sayılı antranörlerinden Bogdan Tanjevic var. İnanılması güç rakipleri mağlup edip alınan Dünya ikinciliği gerçekte gurur duyulası. Kolay kolay kim unutabilir ki Kerem Tunçeri'nin Sırbistan'a 4.3 saniye kala attığı o muhteşem basketi!

BONUS: Türkiye-İzlanda maçı ve 2016 Avrupa futbol şampiyonası













Üstünden çok değil sadece 2 gün geçti. Ama milli takımın hali ve alınan sonuçlar göz önüne alındığı zaman imkansızı başardık diyebiliriz. Selçuk İnan'ın 89. dakikadaki müthiş frikiği, İspanya'nın deplasmanda Ukrayna'yı yenmesi, Kazakistan'ın deplasmanda Türkiye'de kahraman ilan edilen İslambek Kuat'ın attığı golle Litvanya'yı 1-0 yenmesi bizi mucizevi bir şekilde Fransa'ya götürdü.

 Sonsöz: Çok kötü günler geçiren ülkemizde bizleri mutlu eden ve gururlandıran olaylardan bazılarını dile getirmeye çalıştım. Emin olun ki bu ülke çok daha ilerilere gittiği sürece bu başarılar devam edecek ve biz ülkemizle gururlanmaya devam edeceğiz. Hoşçakalın!

12 Ekim 2015 Pazartesi

TEKNOLOJİDEN ÖNCEKİ SON ÇIKIŞ: 90'S

 Evet sevgili arkadaşlar. Doksanlar birçokları için samimiyetin, sıcaklığın, iyi komşuluk ilişkilerinin yer aldığı kritik bir geçiş dönemidir. Emin olun benim için de öyle. Teknolojinin de ilerlemesiyle birlikte bireysellik, bencillik, samimiyetsizlik ve başını bilgisayardan kaldırmayan insanlar ortaya çıktı. Eskiden çok neşeli sohbet ortamları varken, şimdi akıllı telefonlar ve tabletler insanların prangası oldu adeta. Bu yazıda biraz geçmişe gideceğiz. Bakalım doksanları diğer dönemlerden daha özel kılan ve kendisini özlettiren şeyler neler?

1-Karşılıksız sevgiye dayalı komşuluk ilişkileri: Eskiden bir komşumuz bir yemek pişirdiğinde "kokusu aşağıya da gider. En iyisi yemek götüreyim" denir ve o tabak asla boş dönmezdi. Şimdi ise Rapunzel misali 25-30 katlı resindenselerimize kapanmış durumdayız ve bizi kurtaracak bir prens yok.

2-Sokaklarda oyun oynayan çocuklar: Bizden önceki nesil ve bizim nesil daha çok sokakta büyüyen bir nesildi. Adeta sokaktan eve gelinmezdi ve o dönemde "Akşam ezanından önce eve gel" diye bir ritüel vardı. Fakat şimdi o oyun oynanan yerler gitti ve onların yerini yeni(!) binalar aldı. Ne güzel!












3-Atari: Atari her çocuğun (özellikle erkeklerin) en büyük hayali ve en iyi oyun arkadaşıydı. Evinde atari bulunan çocuk zengin sayılırdı. Hatta 2 tane varsa ohhooo. Evinde atarisi olmayan çocuklar ve gençler dönemin atari salonlarına gider ve orada Street Fighter oynarlardı. Şimdi onların yerini Playstation ve Nintendo serisi aldı ama asla o tadı veremediler.












4-Salçalı Ekmek ve Bilye (Cilli): Sokakta oynayan her çocuğun en sevdiği yemektir salçalı ekmek. Ne çok karın doyurur ne de aç bırakır. Acıktığında yediğin bir dilim salçalı ekmek seni 2-3 saat tutabilirdi. Ve bilye. O dönem her çocuğun renkli renkli bilyeleri vardı ve bu bilyeler kıran kırana geçen mücadelelerle kaybedilmemeye çalışılırdı. "Ütmek" kelimesi o dönemin en çok kullanılan tabiriydi.













5-Çılgın müzikler ve danslar: Tabi doksanların kendine özgü bir müzik ve dans şekli vardı. Yabancılardan örnek vermek gerekirse 90 lar döneminin en önemli dans figürleri Macarena ve Mc Hammer'a aitti. Bizden örnek vermek gerekirse tabiki de Mustafa Sandal'ın ay dansı ve Yonca Evcimik ( özellikle Bandıra Bandıra )













6-Geleneksel pazar yıkanmaları: Genelde bir televizyon efsanesi olan "Bizimkiler" başlamadan yıkanılır ve ailecek o dizi izlenirdi. Tabi asıl amaç ertesi gün okul var. Ama hiç kimse düşünmezdi çocuğun 2 gün sonra tekrar kokacağını.

7-Eşi benzeri bulunmayan televizyon programları: Doksanlar dediğimiz zaman yaşayış tarzında olduğu gibi efsaneleşen televizyon programları da akıllara gelmelidir. Gün Şebnem Dönmez'in sunumuyla "Sabah Şekerleri" ile başlar, "Bizimkiler" ile devam ederdi. Hele bir de günlerden pazarsa  Nejat Uygur'un "Cibali Karakolu" ve bir döneme damga vuran Süheyl ve Behzat Uygur kardeşlerin "Şahane Pazar" programı devreye girerdi. O dönemlerde evlendirme programı ve Müge Anlı yoktu. Onun yerine Sinan Çetin abimiz kapıları açıp kapatır, Yasemin'in penceresi ise dertli insanları dinlerdi.













8-Müthiş sloganları olan benzersiz reklamlar: Dizi ve film sektöründe olduğu kadar reklam sektöründe de yaratıcıydık. Bir dönemin fenomenlerinden olan Ali Desidero'nun "Derby" reklamından tutun da aynı karakterin oynadığı "Tokai" reklamına kadar. Slogan bile ne kadar yaratıcı: "Çakar çakmaz çakan çakmak!"












BONUS: Levent Kırca: Bir döneme damga vuran usta oyuncu bildiğiniz gibi dün aramızdan ayrıldı. Bir nesil onun "Olacak O Kadar" ı ile güldü, onunla büyüdü. Kim unutabilir Oya Başar'ın o hafızalara kazınan repliğini "Ne goydun la gafana?"














 Elbette bu liste daha çok uzar ama şimdilik bu kadar. Yorumlarınızı bekliyorum.

8 Ekim 2015 Perşembe

ÇARESİZLİK VE SAVAŞ İÇİNDE BİR HAYAT: HOTEL RWANDA


 Evet sevgili arkadaşlar bugün sizlerle inceleyeceğimiz film Hotel Rwanda. Dilerseniz filmde işlenen konu ne, oyuncuları kimler ve izleyici notu ne gelin birlikte inceleyelim.

KONU: Film 1995 senesinde Ruanda'da geçmektedir ve sıralarda ülkede iç savaş hakimdir. Olaylar Tutsiler ile Hutular diye adlandırılan 2 sağ-sol grubunun çatışmalarıyla meydana gelmektedir. Paul Russesabagina, Ruanda'nın en ünlü otelinde çalışan bir genel müdürdür ve kendisi bir Hutu'dur. Karısı ise bir Tutsi'dir. O nedenle karısı toplum tarafından dışlanmıştır. Paul ise tam tersine insanlar arasında çok sevilen biridir. Katliam başladığı sıralarda Paul her ne kadar kendi  ailesini korumaya çalışsa da gün geçtikçe Ruanda halkını da korumaya başlar ve onları oteline yerleştirir. Paul, Birleşmiş Milletlere haber verir. Fakat BM sadece "beyaz" vatandaşları kurtarıp diğerlerini bırakır. Kararlığından asla vazgeçmeyen Paul bu sayede 1268 kişinin hayatını kurtarır.





Yönetmen: Terry George
Oyuncular: Don Cheadle, Sophie Okonedo, Jean Reno
İMDB Puanı: 8.2

İzleyici Notu: Bizim ülkemizde ve her ülkede de olduğu gibi bundan 20 sene önce de Ruanda'da bu tarz çatışmalar ve katliamlar yaşanmış. Bu film gerçekten yaşanmış bir hayat hikayesini ele alıyor ve Paul Russesabagina gerçekte yaşayan biri. Tabi böyle birinin yaşadığını bilmek bize "vicdan" ve "insanlık" gibi kavramların ölmediğini gösterdiği için mutluluk veriyor. Filmde işlenen birkaç konu var. Bir tanesi sosyal medyanın gücü. Filmde geçen bir radyocu var ve kendisi bir Hutu ve toplumu Tutsilere karşı ayaklandıran çok büyük bir güç konumunda. Buradan kitle iletişim araçlarının medya ve toplum için ne kadar büyük kitlesel felaketlere ve erozyonlara sebep olabileceğini görüyoruz. İşlnen bir diğer konu "ırkçılık" konusu. Artık 21. yüzyıl içerisinde yer almamıza rağmen bu "çağ dışı" ve skolastik dönemden Papanın baskısıyla ortaya çıkan bu konu maalesef devam etmekte. Filmde bu konu, Birleşmiş Milletlerin otelden sadece beyazları almasıyla işlenmiş. "Güçlü" ve "özgür" beyazlar kurtuluşa ererken "güçsüz" ve "fakir" siyahlar ya sefillik içinde yaşıyor ya da sefillik içinde ölüyorlar. Film bu nedenle bu iki konuyu çok objektif bir biçimde ele almakta ve sinematografi açısında bir temel taşı niteliği taşımakta. Oyuncu kadrosuna gelecek olursak. Bizim "Ocean's" ve "İron Man" gibi eğlenceli serilerden tanıdığımız Don Cheadle aslında ne kadar başarılı bir drama oyuncusu olduğunu gözler önüne seriyor. Ve bu oyunculuk kendisine 2005 yılında "Drama dalında en iyi aktör" ödülünü getirdi. Filmin içerisinde çok tecrübeli oyuncular var. Örneğin Jean Reno. Leon filmindeki o altın kalpli seri katil bu filmde kötü bir rolde yer alıyor.

Sonuç: Bence bu filmi izlemeden geçmeyin. Emin olun çok şey kazanırsınız. Teşekkürler. Yorumlarınızı bekliyorum.                                          

7 Ekim 2015 Çarşamba

TÜRKLER MARSA GİDERSE ORTAYA ÇIKABİLECEK DURUMLAR

 Sevgili arkadaşlar bildiğiniz gibi NASA geçtiğimiz günlerde yaptığı bir açıklamada Mars'ta su ve akarsular bulunduğunu dolayısıyla yaşam olabileceğini açıkladı. Bende sizler için eğer Türkler Mars'a giderse orada yaşanabilecek durumları derledim. Gerçi 2022 yılında bir koloni geri dönmemek üzere Mars'a gidecek ama emin olun hiçbiri bizim yapabileceklerimizi yapamaz, hatta yakınından bile geçemez. Dilerseniz başlayalım.

 1-Kentsel dönüşüm başlar. E tabi bu kadar insan nerede yaşayacak kaygısı Toki yi harekete geçirir ve Mars'ta hemen kentsel dönüşüme girerler. Ali Ağaoğlu'nun 15. katta bile havuz bulunan residencelerini görürseniz sakın şaşırmayın. 

 2-Bulunacak her türlü yeşil alanda mangal yakılır. Mangal bildiğiniz gibi biz Türklerin milli yiyeceklerindendir. Ve biz Türkler olarak her gördüğümüz yeşil alanda mangal yakma kabiliyetine sahip bir milletiz. E tabi Mars'ta bundan nasibini alır.

 3-Akarsu kenarlarında ellerinde karpuz ve içeceklerle bekleyen teyzeler ve amcalar bulunur. Bu da çok normal. Mangala gidildiği zaman her türlü su kenarına (ben çeşmeye giden gördüm) gidilir ve eldeki karpuz soğusun diye suya bırakılır. Mars'ta bulunan akarsu her ne kadar akışkan olmasa bile biz yine geleneklerimizden ödün vermeyiz.

 4-Uzay mekikleri ile gezerken karşıdan gelen mekiğe selektör yakma. Evet bu da sadece bize ait olan bir durumdur. Normal bir binek araçla giderken radar gördüğümüzde karşıdan gelen araç radara yakalanmasın diye selektörle uyarılır. Uzayda da yapacağız tabiki de!

 5-"Adamsan aracı sağa çeksene lan!" aforizması. Türkler gittiği yere trafik belasını da götüreceği için uzay trafiğinde kavgalar yaşanması çok doğal. E tabi o "Haydar" ya da "Levye" de olayın sonunda mutlaka ortaya çıkar. 

6-Her köşe başında tavla oynayan yaşlı ve esnaf amcalar. Herhalde bu insanların tavla en çok seveceği hareket "Mars" hareketi olur. 

7-Uzay mekiği ve buna benzer birçok şeyin üzerine koyulacak danteller. Eğer 80 li ve 90 lı yıllar arasında büyüdüyseniz televizyon, telefon ve bilimum eşyanın üzerine anneler tarafından dantel konularak kapatıldığını görmüşsünüz demektir. Uzay mekiği de bundan nasibini alır tabi!

8-Mars sokaklarında elinde salçalı ekmekle mahalle maçı yapan çocuklar. Salçalı ekmek deyi geçmeyin. Bir neslin hayatını kurtardı o. Eminim ki hepimiz çocukken "ANNEEE karnım aç salçalı ekmek yapsanaaaaa!!!" diye bağırmışızdır. 

9-"Nerede o eski Marslı gençler?" diyen teyzeler ve amcalar. Bir bitmediniz!

10- Mars'a gitmek üzere yola çıkan bir grup insan dolandırıcı Mahmut tarafından Ay'a bırakılır. Gülmeyin bence bu ülkede yurt dışına gideceğiz diye Şile'ye bırakılan çok insan oldu. 

6 Ekim 2015 Salı

BURASI TÜRKİYE DEDİRTECEK OLAYLAR

 Sevgili arkadaşlar bugün sizlerle Türkiye'de başınıza gelebilecek sıradan(!) olayları inceleyeceğiz. Türkiye'de yaşıyor olabilirsiniz ya da ani bir kararla Türkiye'ye yerleşmiş olabilirsiniz (Amman ne iyi ettiniz, bence yapmayın) Eğer sonradan ülkeye gelip yerleşmek istiyorsanız bu yazıyı kesinlikle okuyun. Çünkü sizin için hayatınızı kurtaracak bilgiler vereceğim. Zaten ülkede yaşıyorsanız bu yazacaklarım size hiç yabancı gelmeyecektir. "Evet evet bunlar olabilir" ya da "Evet bu olay benim de başıma geldi" dediğinizi duyar gibiyim. İsterseniz hemen başlayalım.

 1- Kolunuzu Atm yutabilir. Para çekmek bütün insanların yaptığı yaptığı bir iş. Eğer Samsun'da yaşıyorsanız ve Samsun'da sıradan bir günse normal(!) bir atm cihazı sizin kolunuzu rahat bir şekilde yutabilir. Aman dikkat edin.

 2-Türkiye'ye gelip evlenmek istiyorsanız eşiniz düğün arabası olarak bir otobüsü tutabilir. Ne kadar romantik değil mi? Normal insanlar araba süslerken sizin eşiniz otobüs süslemiş. Bu olayın merkezi de Samsun. Bir çift evlenirken tanıştıkları otobüsü gelin arabası olarak kullanmayı tercih etmiş. Aslında çok yaratıcı bir fikir. Ne de olsa Karadeniz insanı. Bu olaya belediye nasıl izin verdi o da ayrı bir soru.

 3-Evlendiğiniz eşiniz sizin çeyizinizi yiyebilir. Ne demişler "Açken sen sen değilsin" Samsun'da Atilla Nuran abimiz bu açlığa yenik düşmüş  ve eşinin çeyizini yemiş. Sizce eşi bu durumda ne yapmış? Tabi ki boşanmış. Afiyet olsun diyecek hali yok ya!

 4-Evinizde ahşaptan yapılan veya ikinci kattan başlayan yangın merdivenleri olabilir. Yine bir Karadeniz mantığı. Rize'de bir müteahhit binayı yaparken yangın merdivenini ahşaptan yapmaya karar vermiş. İkinci kattan başlayan yangın merdivenine abi doymamış ve kaydırak koymuş. Tabi yangından kaçarken biraz kayma macerası yaşanmalı bence. Yol parka açılıyor herhalde!

5-İrlandalı turiste rastlayabilirsiniz. Allah muhafaza! Kimse sonunun Aksaray esnafı gibi olmasını istemez herhalde!

6-Durduk yere keskin nişancılar çıkabilir. Tahmin edin bu olay nerede meydana geldi. Tabi ki de Samsun. Efendim bir sokakta keskin nişancı paniği yaşanırken bir haber muhabiri sokaktan bir vatandaşla röportaj yapıyor. Muhabir masun bir şekilde " Keskin nişancı tam olarak nerede " diye sorduktan sonra abimizin verdiği cevap tam thug life lık " Vallahi bugün burada değil (o sırada çatılara bakar) Burada olsa kesin birini vurduğunu görürdüm!"

7-Üst geçidi su basabilir. Evet evet yanlış duymadınız. İstanbul'da bu olay da yaşandı. Çok fazla yağmur yağması sonucunda üst geçidi hatta viyadüğü su bastı. Düşünün ülkedeki alt yapıyı.

8-Sevdiğiniz bir arkadaşınız, boğazına sinek kaçtığı taktirde sinek ilacı zehri içebilir. Evet bu da oldu. Elazığ'da boğazına kaçan sineği öldürmek için tarım ilacı içen çoban Aydın Kıyak hastanelik oldu. Küçükken sinek ilacı sıkan aracı kovalayan çocuklardık biz. Daha ne olabilir ki!

Son Söz: Evet ülkeye yeni gelecek arkadaşlar. Bu önerilerimi dikkate alın zira bu olaylar yaşanmaya devam edecektir. Ve bazıları cidden hayat kurtarır. Bu arada Ankara'da deniz olmamasına rağmen orada yer alan balıkadamları da unutmayalım. Teşekkürler. :)

3 Ekim 2015 Cumartesi

GÜNÜN FİLMİ


 MOVİE PROPOSAL (FİLM ÖNERİSİ)

 12 ANGRY MAN (12 ÖFKELİ ADAM)

 STORY: The story begins in a New York City courthouse, where an eighteen-year-old boy from a slum is on trial for allegedly stabbing his father to death. Final closing arguments having been presented, a visibly tired judge instructs the jury to decide whether the boy is guilty of murder. The judge further informs them that a guilty verdict will be accompanied by a mandatory death sentence.7]The jury retires to a private room, where the jurors spend a short while getting acquainted before they begin deliberating. It is immediately apparent that the jurors have already decided that the boy is guilty, and that they plan to return their verdict without taking time for discussion—with the sole exception of Juror 8 , who is the only "not guilty" vote in a preliminary tally. He explains that there is too much at stake for him to go along with the verdict without at least talking about it first. His vote annoys the other jurors, especially Juror 7 , who has tickets to a baseball game that evening; and Juror 10, who believes that people from slum backgrounds are liars and are wild and dangerous.[7] The rest of the film's focus is the jury's difficulty in reaching a unanimous verdict. While several of the jurors harbor personal prejudices, Juror 8 maintains that the evidence presented in the case is circumstantial, and that the boy deserves a fair deliberation. He calls into question the accuracy and reliability of the only two witnesses to the murder, the "rarity" of the murder weapon (a common awitchblade, of which he has an identical copy), and the overall questionable circumstances. He further argues that he cannot in good conscience vote "guilty" when he feels there is reasonable doubt of the boy's guilt.

KONU: Hikaye bir cinayet davasındaki yargıcın jüriye talimatlar verdiği kapanış konuşmasının sonrasında başlar. Amerikan yasalarına göre jürinin kararı (suçlu ya da suçsuz) oybirliği ile alınmalıdır. Oybirliği ile alınmamış olan karar jürinin kendini feshetmesi ve davanın yeniden görülmesi anlamına gelir. Jürinin karara bağlaması gereken konu şehrin fakir bölgesinde yaşayan bir çocuk zanlının babasını öldürüp öldürmediğine karar vermektir. Jüri ayrıca sanığın suçlu bulunması halinde uygulanacak cezanın idam olacağı (elektrikli sandalye) konusunda bilgilendirilir. Sonrasında on iki jüri üyesi davayı tartışacakları ve birbirlerinin kişiliğini tanıyacakları jüri odasına girerler. Filmin bundan sonraki konusu jüri üyelerinin, bazı durumlarda önyargılara dayanan, oybirliğine ulaşma yolunda karşılaştıkları zorluklar etrafında döner. 8. jüri ilk oylamada farklı bir görüş bildirir. Sekizinci jüri delillerin ikinci dereceden olduğunu ve çocuğun adil bir tartışmayı hakettiğini belirtir. Sorgulamaya, sadece iki cinayet tanığının olmasının güvenilirliği ve kesinliği, cinayette kullanılan bıçağın belirtildiği gibi eşsiz olmaması (cinayette kullanılan bıçağın aynısını cebinden çıkararak diğer üyelere gösterir) ve diğer şüpheli durumları göz önüne alarak başlar.Sekiz numaralı jürinin en azılı rakipleri 3. 4. ve 10. jüriler çocuğun bahanesinin berbat olduğunu, cinayet gecesi gittiğini iddia ettiği film hakkında herhangi bir ayrıntı hatırlamadığını ve babasını öldürmek için yeterince motivasyonunun olduğunu belirtirler. Suçsuz kararını savunanlar çocuğun hafıza eksikliği yaşadığı panik ile açıklanabileceğeni ayrıca tanıklardan yaşlı adamın ilgi çekmeye çalışmış olabileceğini ve diğerinin cinayete gözünde gözlükleri yokken tanık olmuş olabileceği söylerler. Müzakere devam ederken jüri üyeleri de 9., 5., 11., 2., 6., 7., 12., 1., 4., 10., ve son olarak da 3. jüri sırasıyla suçsuz kararına doğru yönelmeye başlarlar.

 DİRECTOR: Sidney Lumet 
 İMDB POİNT: 8.9
 STARRİNG: Henry Fonda, Ed Begley, Lee J. Cobb

       HAVE A GOOD TİME!!

2 Ekim 2015 Cuma

FİLM ÖNERİSİ

  Evet sevgili arkadaşlar. Bundan böyle her hafta Cuma günleri sizlere bir film önerisinde bulunacağım. Tabi bunlar benim de zamanında izlediğim ve beğendiğim filmler olacak. Filmde kimler oynuyor, konusu ne, İMDB de kaç puan almış bunları sizlerle paylaşacağım. Paylaşacağım filmleri izlemenizi şiddetle tavsiye ediyorum. İsterseniz bu haftanın filmine geçelim.

 HAFTANIN FİLMİ:

 GOOD WİLL HUNTİNG (CAN DOSTUM):

Konusu: Bu hafta sizler için seçtiğim film Good Will Hunting. 1997 yapımı bu film, bir üniversitede temizlik görevlisi olarak çalışan, çok zeki fakat bir o kadar da serseri bir tip olan Will Hunting'in hayatını anlatıyor. Will Hunting yaptığı son kavgadan ötürü hapse gönderilir. Daha önce Will'in matematik yeteneğini fark eden okul müdürü onun kefaletini ödeyerek şartlı tahliye olmasını sağlar ve Will'i tedavi edilmesi için bir psikolog olan Sean Maguire (Robin Williams) götürür. Will, bu sayede yakın arkadaşı Chuckie Sullivan (Ben Affleck) ile hayata yeniden tutunmaya çalışacaktır.

 Yönetmen: Gus Van Sant

 İMDB Puanı: 8.3

 Oyuncular: Matt Damon, Robin Williams, Ben Affleck, Stellan Skarsgard, Casey Affleck

 Yapım Yılı: 1997


 İzleyici Notu: Hepimizin çok sevdiği ve geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz Robin Williams'ın (bana göre) Ölü Ozanlar Derneği'nden sonraki en iyi filmi. Oynadığı Sean Maguire karakteri ile bizi içine alan ve sanki gerçekten öyle birisi varmış gibi filme kendimizi kaptırmamızı ve katharsis seviyesine yükselmemizi  sağlayan bir oyunculuk sergiliyor. Will Hunting'in trajik ve bir o kadar gerçek yaşam öyküsünü izlerken aslında yaşanan o olayların bir gün bizim de başımıza gelebileceği film boyunca sürekli hatırlatılıyor. Ayrıca bu film Affleck kardeşlerin (Ben ve Casey) birlikte oynadığı ilk film. Ve daha önce Karayip Korsanları filminde Bill Turner karakteri ile izlediğimiz Stellan Skarsgard filme büyük bir renk katmakta. İyi seyirler.

1 Ekim 2015 Perşembe


DÜNYANIN EN GARİP MESLEKLERİ

 Evet sevgili arkadaşlar. Günümüzde artık para kazanmak daha kolay. O kadar kolay ki insanlar çok garip mesleklerle yılda yüz binlerce doları cebe indirebiliyorlar. İşte bizde bugün Dünyadaki en garip meslekleri inceleyeceğiz. İsterseniz başlayalım.

1-BİLMİŞ UZMAN











 Bu arkadaşımız aklınıza gelebilecek her konuda bilir kişilik yapıyor. Bir markette bile kafanıza makarna düşüp ölseniz yine bu abi gelecek. Bu abiye çok gerek var mı bilmiyorum zira bizim ülkemizde yeterince bilmiş uzman var!

2-KÖPEK MAMASI TADICISI












 İleride olur da bir köpek sahibi olursanız ve köpeklerinize aldığınız mamalar için endişeleniyorsanız size yardım edebilecek birilerini tanıyorum! Köpek maması tadıcıları! Bu insanlar aldığınız mamaları tadarak kalite kontrolü yaparlar ve bu yolla yılda yaklaşık 100 bin dolar kazanırlar.

3-UYKU UZMANI














 "Oh be ne kadar rahat meslek" diyenlerinizi duyabiliyorum. Bu insanlar en lüks otellerdeki yatakları birkaç gün boyunca denerler. Kısacası yattıkları yerden para kazanırlar.

4-SU KAYDIRAĞI DENEYİCİLERİ












 Size eğlenceli bir meslek daha. Bu insanlar otellerdeki su kaydıraklarını denetlerler. Aslında bu iş bir o kadar da tehlikelidir. Su kaydırağının herhangi bir noktasında arıza var mı yok mu onu denetlerler. Su kaydırağı ne kadar büyük olursa iş o kadar daha zorlaşır.

5-İNCİ DALGICI

















 Daha çok Asya ülkelerinde rağbet gören bir meslektir. Dipten ne kadar çok inci çıkarırsanız o ölçüde para kazanırsınız.

6-YILBAŞI AĞACI TACİRİ














 Bu insanlar yılbaşı ağaçlarını keserler ve satım yerlerine götürürler. Ağaç başı para kazanırlar. Ve kazandıkları bu meblağ hiçte az değildir.

7-GOLF TOPU DALGICI














 Golf bir zengin oyunudur ve bildiğiniz gibi çoğunluk sulak alanlarda da oynanır. Dolayısıyla bu mesleği yapan abimiz de zengin sayılır. Göle kaçan topların hepsini toplar, top başına para kazanır. Dolayısıyla bu adamın mottosu "Ne kadar çok ıslaklık, o kadar çok para"

8-BIÇAK FIRLATMA SANATÇISI ASİSTANLIĞI















  "Ekme aslanın ağzında" lafına en çok uyan mesleklerden birisidir. Çok tehlikelidir. Sonucunda ölüm bile meydana gelebilir. Tabi alınan para da bununla orantılı olarak artar. Yılda yaklaşık 90 bin dolar civarı...

9-KOKU DENETÇİLİĞİ













 "Bu nasıl meslek? İğrenç!" diyenlerinizi duyabiliyorum. Bu meslek daha çok deodorant kullanmayan abilerimizi endişelendiriyordur! Evet meslek birazcık iğrenç ama alınan parayı duyduğunuz zaman fikriniz değişebilir. Bu güzel(!) meslekten kazanılan para tamı tamına yılda 120 bin dolar!

10-DİNOZOR TOZU ALICISI




















 Alın size garip bir meslek daha! Bu abimiz müzelerdeki dinozorların tozunu alıyor ve bu yolla yılda 50 bin doları cebe koyuyor. Teşekkürler!