13 Kasım 2018 Salı

EFSANEYE VEDA: STAN LEE




Merhaba sevgili blog okuyucularım.  Ben Kutlay.  Bu hafta yeni bir yazıyla daha sizlerle birlikteyim.  Fakat bu hafta konseptin biraz dışına çıkacağım.  Bu yazı herhangi bir film yazısı olmayacak.  Bu yazıda bir efsaneden ve onun hayatından biraz bahsedeceğim.  Bu kadar efsane işim dün hayatını kaybeden, Marvel sinemayı evlerinin kurucusu, efsane Stan Lee. 

Öyle bir adam düşünün ki, Hiç olmayan bir dünyayı ortaya çıkarsın.  Rize de o dünya gerçekten varmış da sanki biz de içerisinde yaşıyormuşuz hissiyatını versin.  Tıpkı Yüzüklerin Efendisi'nin efsanesi Tolkien ve Game Of Thrones efsanesinin sahibi George R. R. Martin gibi.  İşte benim için Stan Lee de öyle bir adam.  Doksanlar kuşağı için söylüyorum.  Hangimiz,  okuldan geldikten sonra Fox Kids' ı açıp The Amaizing Spider Man' in çizgi filmini merakla bekleyip,  büyük bir Heyecanla izlemedik ? Cevap vereyim.  Ben izledim.  Ya da hangimiz 2000 li yıllarda Tobey Maguire abimizin başrolünde oynadığı Spider Man filmleri için sinemaya gitmedik? Cevap vereyim.  Ben gittim.  Aynı şey Thor için,  Kaptan Amerika için,  Demir Adam için ve The Avengers için de geçerli. İşte bu adam bu dünyayı 1950 li yıllarda çizgi roman serileri olarak ortaya çıkardı.  O dünya insanları o kadar çok büyüledi ki en az 4 nesil yetiştirdi ve yetiştirmeye de hala devam ediyor. Stan Lee nin ortaya çıkarmış olduğu bu Evren bizim efsane sinema kuşağımız olan Yeşilçam' ı bile derinden etkiledi.  1970 li yıllarda Türk sinemasında Binbaşı Tayfun ( ki kendisi gerçek adı yüzbaşı Steve Rogers olan Kaptan Amerika dır)  , Kilink İstanbul'da,  ve Örümcek Adam gibi yerli versiyonları çekilmiştir.  Biz o filmleri her ne kadar kötü olsa da Marvel sevgimizden dolayı izledik.  İşte Stan Lee bize bu dünyayı sunan adam olarak ortaya çıktı.  Bu seriler o kadar çok sevildi ki dünyada milyarlarca insan tarafından izlendi,  serilerin ünü Stan Lee nin çok önüne geçti.  95 yıllık koca bir hayat.  Ve belki 200 yıllık bir hayata sığdırılamayacak kadar büyük hayran kitlesi.  İşte Stan Lee.  Haftaya  yeni bir yazıyla görüşmek üzere.  Şimdilik hoşçakalın !

Kutlay ZEREY

6 Kasım 2018 Salı

HAYAL Mİ GERÇEK MI?


Merhaba sevgili blog okuyucularım. Ben Kutlay, bu hafta yine yeni bir filmle sizlerle birlikteyim. Bildiğiniz üzere geçtiğimiz hafta burada Müslüm Baba filmini değerlendirmeye almıştım. Bu hafta sizler için değerlendireceğim film yine bir biyografi filmi ama bu sefer gerçeklikten çıkıp uluslararası bir yolculuğa çıkıyoruz. Bu hafta ki filmimiz rock müziğin efsane grubu Queen ve grubun 1985 yılında vermiş olduğu efsane Wembley konserine doğru gidişatını ele alan Bohemian Rhapsody!

 Bohemian Rhapsody filmi için söylentilerin ortaya çıktığı ilk zamanlarda her Queen sever gibi ben de heyecanla beklemeye başladım. Ve nitekim film ekibi bizi çok fazla bekletmesi ve filmi geçtiğimiz hafta tüm dünyada vizyona soktular. Film, ülkemizde de çok büyük merakla bekleniyor olacak ki amerikan prömiyeriyle aynı gün Türkiye de de bir prömiyer yapıldı ve sanar dünyasından bir çok insan katıldı. Ben de ilk defa bu filme yalnız gitmedim. Genelde filmleri daha iyi analiz edebilme amacıyla filmlere yalnız gitmeyi tercih ediyorum. Ama bu filme, kendisi de benim kadar sinemayı seven, sadece sevmekle kalmayıp çeken ve işin kamera arkasından iyi anlayan ve anlatan sevgili arkadaşım Hüseyin Balcı ile gittim. Emin olabilirsiniz ki filmden ikimiz de çok keyif aldık.

Bohemian Rhapsody, Fraddie Mercury özelinde kalıyor gibi görünse de aslında filmin sonunda Queen'in Mercury'siz , Mercury'nin de Queen'siz olamadığını net biçimde görüyoruz. Bu tarz biyografi filmlerinde benim ilk olarak aradığım şey tamamiyle doğallık. Hem oyunsal, hem kurgusal anlamda gerçeklere sadık kalınıp kalınmadığı bu tarz filmlerin gidişatı için oldukça önemli. Bu anlamda beni etkileyen filmlerden bir tanesi de Amy Winehouse un hayatının anlatıldığı Amy filmiydi. Ve neticesinde "En İyi Belgesel Film" dalında Oscar heykelciğini evine götürdü. Öncelikle söylemek gerekirse cast seçimi çok başarılı. Filme ill baktığınızda kadro çok güçlü duymayabilir. Tamam Rami Malek son zamanların çok popüler oyuncularından biri ama kendisini çok güçlü bir yapımda şimdiye kadar görmedik. Dolayısıyla ilk zamanlar Benim kafamda bir soru işareti bırakmıştı. Ama öyle bir Freddy Mercury karakteri koydu ki ortaya beni şaşırttı. Kendisini Mr. Robot dan bu yana çok fazla geliştirmiş. Özellikle saçlarını kaptırdıktan sonraki halini Mercury e çok fazla benzettik. Bu noktada makyözler de bir tebriği hak ediyor. Filmde yer alan ve göze batan bir diğer isim ise Game Of Thrones severlerin yakından tanıdığı, Lord Baelish ya da Littlefinger yani Serçe Parmak rolüyle meşhur olan Aiden Gillen. Kendisi de Queen in yolunu açan yapımcı olarak başarılı bir oyun ortaya çıkarmış. Filmde beğenmediğim karakterler ve oyunculuklar da var. Özellikle filmin başından bu yana Mercury nin peşinden adeta bir köpek gibi dolaşan ve ona aşık olan homofobik bir karakteri sevemedim. Daha doğrusu oynadığı rolü değil oyunculuğu çok fazla beğenmedim. 

Bohemian Rhapsody, oyunculuk alanında çok üst düzey bir seviyeye çıksa da aynı tatmini film yönetimi ve görüntü yönetmenliğinde bana veremedi. Filmin yönetmeni Bryan Singer. Kendisini bir kült haline dönüşen X-men serilerinden hatırlıyoruz. Zaten onun dışında çok da fazla göze batan bir filmi yok (Leonardo di Caprio'nun oynadığı The Beach filmini konu dışı tutuyorum) Sevgili arkadaşım Hüseyin Balcı da filmin sonrasında bana şunu söylemişti: "Sanki yönetmen filmi bir yerden sonra tamamen görüntü yönetmenine bırakmış gibi" bence de sayın Singer adının sadece filmin kadrosunda olması istemiş. Halbuki bu filmi Whiplash gibi kısıtlı imkanla yapıp , imdb de Top250 ye sokan, ayrıca J.K. Simmons a Oscar kazandıran genç yönetmen Damien Chazelle uçurdu. Zira Bohemian Rhapsody de bir nevi müzikal sayılır. Ama kendisi şu sıralar yine bir biyografi filmi olan ve başrolünde Ryan Gosling'im yer aldığı "Aydaki İlk İnsan" filmiyle uğraşıyor. Filmin görüntü yönetmeni ise Newton Tomas Sigel. Yine kendisinin yönetimini pek sevmedim(sondaki konser sahnesi hariç) sahne o kadar başarılıydı ki Wembley de bulunan CGİ insanlar (Ya da copy paste diyelim ) çok fazla göze batmadı. Onun dışında çekimlerin tekdüze olması benim gözüme çok battı. Ben daha çok Birdman filminde olduğu gibi  kesintisiz ve tek çekim sahneleri seviyorum. Yani bir Emmanuel Lubezki etkisi göremedim. 2019 oscar için bu filme alakalı birkaç tahminim var. En iyi erkek oyuncu dalında Rami Malek aday olur. Benim ödül beklediğim dal ise "En İyi Ses Miksaj" zira beni etkiledi. Freddy Mercury'nin konserlerinden alınan kayıtlar sanki Rami Malek'in kendi sesiymiş hissi yarattı. Son olarak filme gitmenizi kesinlikle tavsiye ederim. Özellikle yarım saate yakın süren konser sahnesi sizi şaha kaldırabilir. Filme puanım 9/10. Haftaya başka bir filmle görüşene dek şimdilik hoşçakalın!

Kutlay Zerey



30 Ekim 2018 Salı

BABALARIN BABASI : MÜSLÜM BABA!


  Merhaba sevgili blog okuyucularım.  Ben Kutlay. Bu hafta da her zaman olduğu gibi yepyeni bir filme sizlerle birlikteyim.  Bu hafta ki filmim Türk sinemasından. Bildiğiniz gibi blog sayfamda genelde yabancı filmleri değerlendiriyorum. Sayfamda değerlendirdiğim son film Dağ 2 filmiydi.  Eğer o yazıyı da okumadıysanız blog sayfamdan yazıya ulaşabilirsiniz.  Bu hafta değerlendirmeye alacağım film hepimiz için çok özel ve önemli bir ismin biyografisi : "MÜSLÜM"

  Müslüm, Türk sinemasında 2018 yılının en iddialı filmi olarak,  yılın son aylarında,  26 Ekim de vizyona girdi. İlk günlerde taraflı tarafsız tüm eleştirmenlerden olumlu bir not almayı başardı.  Filmin yapımcı ve yönetmen koltuğunda kendisini Ayla filminden tanıdığımız Can Ulkay var.  Ayla filmiyle gişede inanılmaz bir başarı yakalayıp, Oscar adaylığının kıyısından dönmüştü.  Filmin yönetmen koltuğunda oturan bir diğer kişi ise daha önce Romantik Komedi serisini yöneten, Aslında bir karikatürist olan Hakan Kırkavaç ya da karikatür camiasında bilinen adıyla Ketche yer almaktadır.  Filmin görüntü yönetmenliğinde ise Macar görüntü yönetmeni Martin Szecsanov yer alıyor.  Ki kendisi iyi iş çıkarmış.

  Müslüm filminin olay örgüsü 1960 lı yılların başlarında Şanlıurfa da başlıyor.  Müslümün babası çok gaddar,  karısını ve çocuklarını sürekli döven,  Müslüm türkü söylüyor diye onu dakikaya yatıracak kadar kötü niyetli bir baba.  Annesi ise bir o kadar iyi niyetli, çalışkan,  çocukları için her şeye katlanan,  adeta acıların kadını,  çilekeş bir insan.  Müslüm Gürses'in bu acılı ve  içli söyleyişi nereden geliyor diye soracak olursanız birazcık kendisinin hayatına bakmanız yeterli.  59 yıllık yaşantısı boyunca  bir insanın  başına ne kadar çok kötü şey gelebilirse hepsini yaşamış.  Müslüm'ün ilk ortaya çıkışı ise 1970 li yıllarda Adana da meydana geliyor.  Müslüm, Bir gün babasından kaçarken Adana halk eğitim merkezinden içeriye girer ve onun hayatını değiştirecek olan hocası, bağlama üstadı Limonlu Ali ile tanışır. Aldığı uzun bir eğitimden sonra önce açık hava sinemalarında sonrasında ise bazı yerlerde sanatını icra etmeye başlar.  Asıl yöresel patlamasını ise Adana da katıldığı bir ses yarışmasını kazandıktan sonra yaşar.  Tam işler iyi giderken,  annesi,  Küçük erkek kardeşi ve kız kardeşiyle babasından ayrılıp yeni bir hayata yelken açmaya karar verirken kader de onun için kötü ağlarını örmeye başlar. Müslümün annesi bu kararı bir gün babaya açıklar.  Bunu duyan baba cinnet geçirir.  Önce 2 yaşında olan kız kardeşi Ezo'yu sonrasında ise annesini bırakmayarak öldürür.  Müslüm ise o anda kardeşi Ahmet'i alır ve oradan gider.  Tabi yıllar sonra onun çevresinde kalan tek kişi olan kardeşi Ahmet de asker kaçağı olarak yakalandığı anda askerle çatıştığı için öldürülür.  Müslüm o kadar vefalı bir adam ki annesi ve kardeşini öldüren ve sonrasında artan yararlanarak çıkan babasını sahipsiz bırakmaz ve ona bakmaya başlar.  Ta ki İstanbul a gelene kadar. Bir insan düşünün,  annesi ve kardeşleri öldürürsün,  kaza geçirdikten sonra öldü diyerek morg a konulsun , sahnede bıçaklansın ama hayattan hiçbir zaman vazgeçmesin. İşte Müslüm Gürses  böyle olunuyor.

  Müslüm filminin yönetmeni ve yapımcısı Can Ulkay, Müslüm Gürses ı bir derviş olarak yorumluyor.  O tabir tartışılır.  Fakat kendisinin bir halk ozanı ve güçsüzlerin sesi olduğu kesin. O kararı kimse tartışmaz. Hayatının ilk 30 yılı acılarla geçen bir babanın asıl iyi hayatı ise Muhterem Nur ile evlenmiştir başlar ve gerçek saadeti o zaman bulur.  Filmin yapımcı ve yönetmen olduğu kadar oyuncu kadrosu da  çok güçlü.  Timuçin Esen,  Zerrin Tekindor, Ayça Bingöl,  Erkan Can,  Şahin Kendirci gibi isimler var.  Kendisini yetenek sizsiniz ve o ses çocuklardan tanıdığımız Şahin Kendirci,  müslüm babanın gençliğini oynadı ve bana kalırsa şahane bir iş çıkarmış.

  Müslüm filmi özetle bu yılın en iyi Türk filmi olarak adlandırılabilir. Özellikle Youtuber olarak tabir edilen sosyal medya fenomenlerinin sinema sektörüne girip, hali hazırda kötü olan sinemamızı daha da çok itibarsızlaştırdığı  bu günlerde bu tarz kaliteli işlerin ortaya çıkması beni gelecek adına daha da umutlanırıyor.  Umarım bu tarz filmler daha da artar ve halkımızdan gereken ilgiyi daha fazla görür.  Yazıyı Müslüm babanın bir sözüyle noktalamak istiyorum.  Ne demiş Müslüm Baba: "Yakarsa dünyayı garipler yakar! "

                                                             Kutlay ZEREY

10 Ekim 2018 Çarşamba

KAHRAMAN MI? YOKSA ANTİ-KAHRAMAN MI? VENOM



   Merhaba sevgili blog okuyucularım.  Ben Kutlay.  Biliyorum çok uzun zamandır bu mecrada sizlerle yazılarımı paylaşamıyorum.  Bunun sebebi çalışma tempomun yoğun olması ve sinemaya çok fazla fırsat bulamamam. Ama sizi temin ederim ki bundan sonra daha sık yazmaya gayret göstereceğim.  Şimdi geçelim bugün ele alacağımız filme. Bugün sizler için değerlendireceğim film yakın zamanda vizyona giren "VENOM" Bu filmi bugün artıları ve eksileriyle kaleme alacağız.

 Venom, uzay araştırmaları sonucunda dünyaya getirilen bir sibertnetik organizma.  Yani canlı bir yaşam formu.  Fakat bu yaşam formunun yaşayabilmesi için dünya üzerinde kendisine uygun bir beden bulma zorunluluğu bulunmaktadır.  Venom, Bu noktada bizim daha önce Arrival (Geliş) ve Life (Hayat)  filmlerinde görmüş olduğumuz kendi kendisine gelişecek hayatını idame ettiren sibernetik organizmalardan biraz daha farklı bir yapıya sahip.  Ama onlardan çok daha güçlü ve zeki olduğu kesin.  Hatta Alien'dan bile daha zeki olabilir! Neyse bizim bu çılgın kahramanımız bir şekilde kendisine bir çıkış yolu bulup Drake isimli kötü adamımızın elinden kurtulup gazeteci Eddie Brock'un bedeninde kendisine bir yaşam alanı buluyor ve sonrasında olaylar gelişmeye başlıyor.  Peki bu Eddie Brock kim?  Bu isim neden yabancı gelmiyor?  diye soranları duyar gibiyim. Hemen cevabını vereyim.  Eddie,  Bizim Peter Parker nam-ı değer Spider Man'ın sevmediği insanlardan birisi.  Hatta benim gibi Spider Man sevenler serinin çekilen ilk üç filminin (hani şu Tobey Magiure abimizin Spider Man olduğu)  sonuncusunda filmin sonunda Eddie'nin vücuduna giriyordu.  Ama Eddie orada ölüyordu.  Şimdi hatırladınız mı?  Tabi filmde bir de kötü karakterimiz var.  Carlton Drake. Ama ben bu adamı pek sevemedim.  Sebebini birazdan açıklayacağım. Şimdi gelelim filmin artılarına ve eksilerine.

Filmin Artıları 

1- Filmin en büyük artışı tabiki de Tom Hardy . Karakteri öyle bir benimsemiş ki bir ara gerçek hayatında da Venom olarak geziyor zannettim.  Zaten kendisinin oyunculuğunu tartışmamıza pek gerek yok.

2- Filmde yer alan bazı aksiyon sahneleri beni tatmin etti.  Özellikle Venom ve Carlton Drake in içine giren yaşam formunun savaştığı sahne beni yeterince tatmin etti.  Ama o kalitede görsel efektleri diğer sahnelerde çok fazla bulamıyorsunuz.

3- Filmin gerçek bir dünyada geçiyor olması.  Özellikle son dönem süper kahraman filmlerinin dünyadan iyice kopması (özellikle galaksinin koruyucuları  ve avengers : infinity war bunun en iyi örnekleri)  bizi fantastik evrene daha çok sürüklüyordu.  Fakat bu filmle beraber biraz kendimize geldik.

Filmin eksileri 

1- Ne yazık ki filmin bu yönü artılarına göre daha yoğun.  İlk olarak Tom Hardy dışındaki karakter seçimlerinde büyük sıkıntı var.  Zira özellikle Carlton Drake rolünü oynayan Riz Ahmed benim beklentimi hiç karşılayamadı. Filmin bir diğer oyuncusu Michelle Williams ın oynadığı rol ise bana bire bir Mary Jane Watson ı anımsattı.  Zira o da Peter abimizi zor durumlarında bir çok kez yalnız bıraktı.

2- Filmde yer alan zorlama espriler.  Filmi daha çekici hale getirebilmek adına senaryoya konan zorlama espriler beni birazcık soğuttu.  Venom gibi özünde kötü olan bir kahramana Deadpoll havası katma fikri bence pek hoş olmadı.  Filmin kısa bir sürede çekildiğini biliyorum ama özellikle bazı kopukluklar ve diyaloglar aceleye gelmiş gibi.

3 - Anlamsız Elon Musk göndermeleri. Bizim başrolde oynayan kötü karakterimiz Carlton Drake birebir Elon Musk! Uzaya insan gönderme fikri ve Musk'ın bazı düşünceleriyle uyuşan diyalogları bize bunu kanıtlıyor.  Tabi burada bu kötü karakteri Musk'a benzeyecek neyi amaçladıklarını hala anlayabilmiş değilim.

4- Filmin sonuncu ve bence en etkili dışı yönü ise filmde Spider Man dan bir kelime dahi bahsedilememesi.  Ben açıkçası birbirine bu kadar  yakın olan iki karakterin yani Eddie Brock ve Peter Parker' mutlaka bir yerde karşılaşmasını beklerdim. Bu sesiyle alakalı çıkacak 2 film daha var.  O filmlerden birisinde Spider Man ı görmemiz bence çok olağan.

  Sonuç olarak Venom sizi aksiyonel olarak çok üst düzeye çıkartıp istenilen Katharsisi asla yansıtmayacak.  Ama bence siz yine de gidin çünkü keyifli vakit geçireceksiniz. Ama giderken çizgi romanları aklınızdan çıkarmayı unutmayın.  Zira çizgi roman kafasıyla giderseniz filmden istediğiniz verimi alamazsınız.  Son olarak filme puanım Tom Hardy'nin üstün oyunculuğunun hatırına 6/10. Yeni bir filmde görüşünceye dek sanat dolu günler!

                                   Kutlay ZEREY

22 Mayıs 2018 Salı

ZAMAN KİMDEN YANA? : DEADPOOL 2



  Merhaba sevgili film severler ve blog okuyucuları. Ben Kutlay. Bu hafta yine yeni bir filmle sizlerle birlikteyim. Bu hafta ele alacağımız film çok uzun zamandır beklediğimiz süper sempatik anti - kahramanımız Deadpool ve onun serisinin devam filmi Deadpool 2. Bu filmi artıları ve eksileriyle değerlendireceğiz. Tabi bir de başlıktan da anlayacağınız gibi filmde pek belli olmamasına rağmen özellikle dikkat ettiğim zaman kaymasından bahsedeceğim. Filmin artılarıyla ve eksileriyle değerlendirmeye başlayalım.

FİLMİN ARTILARI

 -Film baş rolünde Ryan Reynolds'ın olması zaten en büyük artısı. Zira ilk filmde olduğu gibi ikinci filmde de Deadpool, Reynolds'ı iyice benimsemiş gibi duruyor. Bu durumu çizgi romanlarında bile görebiliyoruz. Örnekte bunu daha rahat görebilirsiniz.





















- Biz ikinci filmi ilk filme göre daha durağan beklerken Deadpool bizi yine yanılttı ve bu sefer daha büyük bir aksiyonun içerisine girdi. Bu sefer gelecekten gelen "Cable" denen bir adamla.

-Deadpool'un rakibini yok etmek için kurduğu ekipten bile başlı başına bir komedi filmi çıkabilir. Hiç süper gücü olmayan sıradan bir insan, sadece asit kusabilen garip bir tip, hiçbir şekilde görünmeyen The Vanisher (ki kendisini elektrik çarptığında Vanisher'ın Brad Pitt olduğunu görüyoruz) ve tek özel gücü şansı olan amazon tipli bir kadın (ki kendisi baya güçlü) Tek yeteneği taksi kullanmak olan Dopinder'ı da atlamayalım.

FİLMİN EKSİLERİ

- Filmin eksi yönü olarak yazabileceğim tek yer güçlü bir düşman ortaya çıkaramamış olmaları. Deadpool da bunun farkında olacak ki karşısındaki asıl düşman olan Russel ve dev arkadaşına sürekli "Thanos" diye hitap ediyor. Lakin düşmanlar Thanos kadar kuvvetli değil. Ayrıca Russel bana çok itici geldi. İlk filmde ki  Ajax'ın daha kuvvetli bir rakip olduğunu düşünüyorum.

DEADPOOL, X-MEN VE ZAMAN ALGISI

 Şimdi gelelim asıl önemli konuya. Deadpool zaman algısıyla oynuyor mu? Bu sorunun cevabını verebilmek için öncelikle X-Men serisinden biraz bahsetmemiz gerekiyor. X-Men den bahsetme sebebim ise Deadpool 2 de filmin ilk sahnesinden son sahnesine kadar Wolverine çok fazla dokundurma var.

 Bildiğiniz gibi X-Men film serisi 2000 li yılların başlarında normal bir süper kahraman serisi olarak başlamıştı. Fakat yıllar geçtikçe Marvel sinematik evreni X-Men in geçmişine doğru yol almaya başladı. Bunu öncelikle Wolverine ile daha sonrasında da kendi X-Men serilerinde yaptılar. Peki bu neye sebep oldu? İlk 3 filmden sonra geçmişe gidilen ilk film "X-Men: First Class" oldu. Ve bu filmde gelecekte aslında diğer filmlerde geçen bazı olayların önüne geçildiğine (Mutantların  yok olması) şahit olduk. Dolayısıyla "X-Men: First Class" ile birlikte aslında daha önce çekilen serinin ilk 3 filmi devre dışı kalmış oldu. Şimdi bunu Deadpool'a bağlayalım. Deadpool evreniyle X-Men evreni aynı sinematik evrende geçiyor. Bunu zaten sürekli dokundurmalarla ve Deadpool ve bir mutant olan Colossus ve ekibinin yardım etmesinden anlıyoruz. Deadpool ile Wolverine'in ilk karşılaşması X-Men Origins: Wolverine filmine dayanıyor. Ama oradaki Deadpool şimdi izlemiş olduğumuz kadar iyi niyetli değil aksine çok kötü bir adam. Zaten orada ölüyor ama küçük bir kan pıhtısından kendini tekrar ortaya çıkartabiliyor. Ondan dolayı Deadpool, Wolverine biraz gıcık. Deadpool 2 filmi de gelecekten gelen Cable'ın Deadpool'u sürekli geçmişe ve geleceğe götürmesiyle onun zaman algısıyla oynuyor. Logan filminin 2033 yılında geçtiğini hesaba katarsak, Deadpool'un zaman yolculuğunu Cable ile gerçekleştirip 2033 yılında var olabileceğini ve ikisinin birleşip Logan'ı kurtarabileceğini düşünebilirsiniz. Bu sadece bir teori. Ama bu da çok olası değil. Çünkü filmde Cable, Deadpool'un 50 yıl sonra olmayacağını söylemişti. Bu da "Deadpool acaba 2033 yılında yaşıyor mu? Acaba Logan'ı kurtarabilir mi?" sorularının cevabını bize vermiyor. Bence pek olası değil. Çünkü X-Men serilerinde mutantların bir gün sonunun geleceğini öğrenmiştik. Bu da 2033 yılında geçen Logan filminde Professor X ve Logan dışında kalan X-Men ekibinin 2033 ten önceki yıllarda çeşitli şekillerde öldüğünü bize kanıtlıyor. Ama Deadpool ile ilgili daha neler olur? Bunu ilerleyen filmlerde göreceğiz!


                                                                       Kutlay ZEREY

26 Mart 2018 Pazartesi

GERÇEĞİN ÖTEKİ YÜZÜ: LA CASA DE PAPEL


 Merhaba sevgili blog okuyucularım. Ben Kutlay. Bu hafta yine yeni bir yazıyla sizlerle birlikteyim. Bu hafta konseptin biraz dışına çıkıp diziden bahsedeceğim.Son zamanlarda ülkemizde çok popüler olan La Casa De Papel bu yazımda ele aldığım yapım olacak.

Not: Yazı spoiler içermemektedir. Yazıda sadece karakter analizinde bulunacağım. Ama yeri geldiğinde birkaç sahneden bahsedebilirim.

Dizi neden bu kadar popüler oldu?

 Bu sorunun cevabı aslında zor. Ama son zamanlarda İspanyollar film ve dizi sektöründe kayda değer bir ilerleme içerisindeler. Bir de bildiğiniz gibi bizim insanımız soygun, karteller, uyuşturucu (Narcos ve Breaking Bad) gibi içerisinde entrika barındıran şeyleri izlemeyi sever. Bunlar dizinin popüler olmasında etkili olmuş olabilir. Özellikle dizinin olay örgüsü ve zekice işlenen konuyla beraber yapılan ters köşeler bizi dizinin içerisine çekmeye yetiyor.


La Casa De Papel Ve Bella Ciao!

 Bella Ciao, İtalyan bir halk türküsü olmasına rağmen dizide o kadar güzel kullanılıyor ki adeta dizinin marşı haline geldi. Bella Ciao, ikinci dünya savaşında haksızlığa, zulme ve şavaşa karşı ayaklanan İtalyan çiftçilerin direniş öyküsünü anlatmaktadır. Zaten şarkının sözlerine de baktığınız zaman dizide yapılmak istenen ile bir çok noktada örtüşmektedir. Belli oluyor ki Profesör, motivasyon kaynağı olarak bu şarkıyı tercih etmiş. Özellikle Profesör ve Berlin'in bir yemek masasında karşıklı olarak bu şarkıyı söyledikleri sahne dizinin en etkileyici sahnelerinden birisi olarak gösterilebilir.

Profesör













 Hayatı zorluklarla geçen, tek gayesi babasının ondan kalan tek mirası olan soygun planını hayata geçirmek olan Salva ya da profesör. Kendisi erken yaşta babasını kaybetmiş ve tüm hayatını onun planını hayata geçirmeye adamış. Adam o kadar zeki ki, İspanyol polisinin anlık olarak çıkarmış olduğu planları 5 ay öncesinden hesaplayıp ona göre adımını atan birisi. Adeta bir Sherlock Holmes ve Charles Xavier karışımı. Bu da ekstra karizmatik yapıp oyunculukta bir üst seviyeye taşıyor.


Berlin













  Dizinin manyağı, ekibin saha içindeki lideri. O kadar soğukkanlı ki bir adamı vur deseniz vuru ve arkasına bakmadan dönüp gider. Kimse tarafından sevilmeyecek kadar sosyopat, herkes tarafından sevilecek kadar anti-kahraman. Benzetmek ne kadar doğru bilmiyorum ama benim için tam bir Joker!
Bir tarafı tam bir anti militarsit, diğer tarafı tüm dünyayı aşkla kucaklayacak kadar Polyanna. E durum böyle olunca Berlin gibi baba bir karakter çıkıyor karşımıza. Siz ne dersiniz bilmem ama Pedro Alonso'yu bu efsane oyunculuğu dolayısıyla daha göreceğiz gibime geliyor.

Raquel Murillo













 Gelelim acıların kadınına. Başarısız bir evlilik geçiren Raquel küçük kızı ve annesiyle beraber yaşamaktadır. Polislik kariyerindeki başarısı onu devlet tarafından atanan soygundan sorumlu müfettişlik makamına kadar yükseltir. Fakat bu kadar sert adeta duvar gibi olan bu kadının bilmediği bir şeyler vardır: Duyguları. Profesörle onun profesör olduğunu bilmeden duygularına yenik düşen Raquel'i dizide zor bir süreç bekliyor.


Denver












 Dizinin Küçük Emrah'ı ve yeri geldiğinde atarlı ergeni. Her ne kadar bazı yerlerde küçük şeyleri abartsa da o garip gülüşüyle insanların ilgisini çekmeyi başarmış mazbut bir karakter. Erken yaşta annesini kaybeden ve babasıyla Moskov ile birlikte hayatını sürdüren Denver değişik tarzıyla dizinin en sevilen karakterlerinden biri.

Tokyo












 Dizinin en seksi ve bir o kadar çılgını ve aynı zamanda hikayenin anlatıcısı Tokyo. Kendisi tam bir ergen olmasına rağmen sempatikliğiyle dikkatleri üzerine çekmeyi başardı. Dizideki tek problemi ise aşk ve profesyonelliği birbirine karıştırması. Ki bu da Rio ve kendisinin başına baya zor işler açıyor. Bundan sonra tıpkı Pedro Alonso gibi Ursula Corbero adının baya duyacağız galiba.

Bonus: Arturo Roman!











 Gelelim dizinin en karaktersiz karakterine. Arturo Roman. Kendisi darphanenin müdürü fakat o da rehineler arasında. Evli olup karısını aldatıp, aldattığı kişiyi hamile bırakıp, ölüm korkusunu görünce onu da bırakacak kadar kaypak bir adam. Kendi canı uğruna kendisini bile satabilir. Ne diyelim "Film izlemeyi biz de seviyoruz Arturito!"

 Bu hafta sizler için ülkemizde oldukça popüler olan La Casa De Papel'i ele aldım. Siz de görüşleriniz varsa yorum bölümünden bana yazabilirsiniz. Bir sonraki yazıda görüşmek üzerek. Bella Ciao!

                                                                  Kutlay ZEREY

13 Mart 2018 Salı

DOĞU EKSPRESİNDE CİNAYET


 Merhaba sevgili blog okuyucuları. Ben Kutlay. Bu hafta yine bir film yazısıyla sizlerle birlikteyim. Bildiğiniz gibi geçtiğimiz hafta 90. kez verilen Oscar ödülleriyle ilgili bir yazı hazırlamıştım. Bu hafta ise film yazılarıma kaldığım yerden devam ediyorum. Siz okumadan hemen önce belirteyim, yazı spoiler içermektedir!

 Bu hafta sizler için ele alacağım film Agatha Christie'nin dünyaca ünlü romanlarından birisi olan "Doğu Ekspresinde Cinayet" filmi olacak. İlk olarak filmin içeriğinden birazcık bahsedeceğim. Sonrasında ise filmin yazım aşamasıyla ilgili olan bazı anektodları sizlerle paylaşacağım.

 Doğu Ekspresinde Cinayet filmi, 1930'lu yıllarda İstanbul ve Paris arasında sefer yapan ünlü Doğu Ekspresinde meydana gelen bir cinayeti konu alıyor. Bu ekspreste bulunan herkes birer milyoner ve geçmişi az da olsa karanlık olan insanlar. Filmimizin ana karakteri ise Agatha Christie'nin ortaya çıkarmış olduğu ünlü Belçikalı dedektif Hercule Poirot dur. Doğudaki görevini tamamlayarak İstanbul üzerinden Paris'e dönmek için yola çıkan Poirot, ekspreste bir cinayetle karşılaşır ve bu cinayeti çözmek durumunda kalır. Öldürülen kişi ünlü silah kaçakçısı Edward Radchett (Johnny Depp) dir.


Filmin Güçlü Yönleri

1- Filmin en güçlü yönü bir Agatha Christie romanı olması. Yani her zaman kendinize kemik bir izleyici kitlesi bulabilirsiniz.

2- Filmin içerisinde o karanlık dönemin atmosferinin çok iyi yansıtılması. Bu durum da izleyicinin filmin içerisine daha kolay entegre olmasına sebep olur.

3- Küçük montaj hilelerinin belli olmaması. Bu durum izleyiciyi gerçekliğiçerisine daha fazla sokup, olay örgüsüne kendisini kaptırmasına neden oluyor. Tren raylar üzerinde giderken sanki gerçekten öyle bir ortam varmış hissine kapılıyorsunuz.

4- Filmin içerisine fazla aksiyon olmamasına rağmen etkileyici takip sahnelerinin olması. Bu durumda görüntü yönetmeni oldukça kaliteli bir iş ortaya çıkarmış.

5- Oyuncu seçimi. Zaten filmi top noktaya taşıyan da bu. Eğer bir filmde Kenneth Branagh, Johnny Depp, Michelle Pfeiffer, Judi Dench, Penelope Cruz ve William Dafoe gibi isimleri görüyorsanız zaten o filme gözünüz kapalı gidin.

Filmin Zayıf Yönü

1- Filmin bana kalırsa tek bir zayıf yönü var. O da Kenneth Branagh'ın Hercule Poirot'u oynaması. Biraz sırıtmış gibi duruyor. Kendisi aynı zamanda filmin yönetmeni olduğu için kendisine torpil geçmiş olabilir. Ama bence Hercule Poirot rolünde Johnny Depp, Radchett rolünde Branagh olsaydı daha başarılı olurdu.

Agatha Christie Ve İstanbul bağlantısı

 Yazımın başında filmin bir bölümünün İstanbul'da geçtiğini belirtmiştim. Peki bu durum neden böyle? Cevap çok basit. Ünlü cinayet ve gerilim romanı yazarı Agatha Christie, kendi hayatının en önemli romanı olarak addedilen Doğu Ekspresinde Cinayet'i İstanbul'da ki ülü Pera Palas Oteli'nin 411 numaralı odasında yazmıştır. Bu oda esrarengiz olarak adlandırılır. Çünkü Christie'nin Pera Palas'ta kalmadığı rivayet edilse de o dönem oteli işleten Cook şirketinin anı defterinde Christie'nin imzası bulunmaktadır. Odayı gizli yapan şey ise şudur: Yıllar sonra yapılan bir araştırmada odanın duvarlarından birinin içerisinde Agatha Christie'ye ait bir not kağıdının bulunmasıdır. Fakat şu anda bile hala o kağıtta ne yazdığı bilinmiyor. Ama otelin 411 numaralı odasının her tarafında Christie'nin resimlerini görmek mümkün.

 Bugün sizler için Doğu Ekspresinde Cinayet filmini  ve filmin sırlarını ele aldım. Farklı bir filmde görüşmek dileğiyle. Hoşçakalın!

                                                            Kutlay ZEREY










6 Mart 2018 Salı

YILDIZLARIN IŞILTILI DÜNYASI: OSCAR


  Merhaba sevgili blog okuyucuları. Ben Kutlay. Uzun bir aranın ardından tekrar yazımla sizlerle birlikteyim. Bu seferki yazımın konusu geçtiğimiz cumartesiyi pazara bağlayan gece verilen 90. Oscar ödülleri ile ilgili olacak. Her sene olduğu gibi bu sene de bu yazıda gecenin kazananları, kaybedenleri ve sürprizlerinden bahsedeceğim (tabi bana göre kazananlar ya da kaybedenler) . Oscar ödülleri verilmeden yaklaşık 1 ay önce her sene yaptığım gibi bu sene de oturup filmlerin hepsini izlemeye başladım ve kendimce notlar tuttum. Şimdi bakalım bu sene 90. Oscar'da neler olmuş, hep beraber inceleyelim.


 GECENİN KAZANANLARI

 Özellikle bu gece de favori olup da kazanan çok fazla isim vardı. En başta belirttiğim gibi kazananlar ya da kaybedenler tamamen bana göre.

1- En İyi Filmin Shape Of Water'a gitmesi

 Şimdi bu ödülün bu filme gitmesi bankoydu, bunun neresi sürpriz olabilir? diyebilirsiniz. Ama bu filmin 13 dalda adaylık almasına rağmen önünde Three Bilboards Outside Ebbing, Missouri ve Call Me By Your Name gibi çok önemli rakipleri vardı. Ama Shape Of Water bir noktada diğer rakiplerinin önüne geçti. O da şu: Biz yıllardır bilimkurgunun gelecekte olduğu filmler izliyoruz. Ama Giulerme Del Toro bunun ötesine geçerek bilim kurguyu 1940'lı yıllara yani geçmişe taşıdı. Bu da gerçekten büyük bir başarı örneği. Ayrıca filmin içesinde eski filmlerin gösterilmesi zekice bir hareket olarak algılanabilir. Çünkü akademi böyle şeyleri çok seviyor.

2- Frances McDormand ve gerçek ötesi oyunculuğu

 Bu senenin şüphesiz en çok kazanan ismi Three Bilboards Outside Ebbing, Missouri filmindeki harika oyunculuğuyla Frances McDormand oldu. Kendisi 1999 yılında Fargo filmiyle de bu ödülü almıştı ama Three Bilboards Outside Ebbing, Missouri filmide ki  harika oyunculuk onu başka bir seviyeye taşıdı. Ayrıca yağtığı ödül konuşmasında başta Meryl Streep olmak üzere aday olan bütün kadınları kalkıp alkışlatması geceye damga vuran olaylardan birisi oldu.

3- Lady Bird Ve Saorise Ronan

 Evet kendisi Oscar da ödül alamadı belki ama genç yaşına rağmen Lady Bird filminde ortaya koyduğu oyunculuk ve samimiyetiyle kesinlikle Oscarın kazananlarından oldu.

4- Sahnede bir üstat: Gary Oldman













 Gelelim gecenin en garanti ödülüne. En İyi Erkek Oyuncu: Gary Oldman. Zaten başkası da kabul edilemezdi herhalde. Bence Gary Oldman için geç kalınmış bile olabilir. Zira kendisinin Leon filmindeki efsane karakteriyle o dönem ödülü alması gerekiyordu. Gelelim Darkest Hour'a. Film İngiliz devlet başkanı Winston Churchill ile Alman faşist lider Adolf Hitler arasındaki çekişmeyi anlatıyor. Gary Oldman'a öyle bir Churchill makyajı yapılmış ki oynayanın Gary Oldman olduğunu anlamıyorsunuz bile. Zaten Darkest Hour En İyi Makyaj Ve Saç Tasarımı dalında da Oscar almayı başardı ki bence sonuna kadar hak edilmiş bir ödül. Gary Oldman ise öyle bir oynuyor ki bir ara Churchill mezarından çıkıp oynamaya başladı zannettim.

GECENİN KAYBEDENLERİ

1- Sally Hawkins Ve Meryl Streep

 Bu iki isim de Shape Of Water ve The Post filmlerinde harika oyunculuklar çıkardı ve dolayısıyla birbirlerine rakip oldular. Ama aradan sıyrılan Frances McDormand ödülün sahibi oldu.


GECENİN SÜRPRİZİ VE OLAYLARI

1-Sahnede Bir Basketbol Efsanesi: Kobe Bryant










 Evet yanlış okumadınız. Kobe Bryant artık Oscar ödüllü bir basketbol efsanesi. Kendisi 5 NBA şampiyonluğu ve sayısız MVP ödülünün yanına bu güzel heykelciği de eklemiş oldu. Kobe'nin yazmış olduğu Dear Basketboll senaryosu en iyi Kısa Animasyon Filmi dalında Oscar'ın sahibi oldu. Ayrıca filimin tamamen çzimlerden oluşması onu çok acayip bir noktaya götürdü.

2- Hollywood'da taciz skandalının dile getirilmesi












 Bildiğiniz gibi Hollywood da bir süre önce büyük bir taciz skandalı patlak verdi. Ünlü film yapımcısı Harvey Weinstein'ın 93 den fazla taciz olayına karıştığı ortaya çıktı. Bu konuyla ilgili gecenin sunucusu Jimmy Kimmel şöyle bir ifade de bulundu: Bildiğiniz gibi Akademi, geçen sene Weinstein'ı kovdu. Çok fazla aday vardı ancak Harvey en fazlasını hak etti. Oscar, Hollywood'un en saygıdeğer erkeği, çünkü ellerine hakim olabiliyor" şeklinde konuştu.


2- La La Land göndermeleri

89. Oscar ödüllerinde En İyi film dalında bir skandal meydana gelmiş, En iyi film La La Land olarak açıklanmıştı. Fakat zarf yanlıştı ve en iyi film Moonlight idi. Bu sene de buna çok fazla gönderme yaptılar. Özellikle En İyi Kısa Animasyon dalını açıklayan Star Wars'ın Luke Skywalker'ı Mark Hamill zarfı açarken kendi kendisine "Don't say La La Land, don't say La La Land" diyerek salondakileri kahkahaya boğdu. Ayrıca gecenin son ödülü En İyi Film kategorisine gelince sunucu Jimmy Kimmel : "Bu sefer defalarca kontrol ettik. Hata yok. Köprünün altından çok su geçti." dedi. Ve yine geçen sene o tarihi hatayı yapan Bonnie Ve Clyde olarak da tanıdığımız Warren Beatty ve Faye Dunaway'a verdirdiler. Allahta bu efsane ikili bu sefer hata yapmadı.

 Evet sevgili okuyucular. Bu yazıda 90. Oscar ödüllerini ele aldık. Siz de fikirleriniz varsa eğer yorum böülümünden paylaşabilirsiniz. Bir sonraki yazıda görüşünceye kadar. Hoşçakalın!

                                                                        Kutlay ZEREY