28 Mayıs 2019 Salı

BINBIR GECE MASALLARI : ALADDIN


 Merhaba sevgili okuyucularım. Ben Kutlay. Bu hafta yine, yeni bir filmle daha sizlerle birlikteyim. Bu hafta sizler için belirlediği film, bir Binbir Gece Masalları klasiği olan Alaaddin.

 Aladdin (ya da Alaaddin) Ortadoğu kökenli bir masal olan Binbir gece masallarının içerisinde yer alan bir masaldır. Aladdin , Agrabad şehrinde, maymunu Abu ile beraber geçimini haksızlıklar sağlayan bir gençtir. Aladdin,  bir gün pazarda Jasmine adında bir kızla tanışır. Jasmine,  Agrabad kralının kızıdır fakat tanınmamak için kendisini Aladdin 'e kraliçenin hizmetçisi Dalia olarak tanıtır. Aladdin,  Jasmine aşık olur ve onun yaşadığı saraya gider. Fakat sarayda kralın veziri Jafar (Cafer)  tarafından yakalanır. Jafar,  krallığı ele geçirmek için Aladdin den gizli mağarada bulunan sihirli lambayı ve içindeki cini ona getirmesini söyler. Ve olaylar gelişmeye başlar. Filmin ana hikayesi, masallarda da olduğu gibi bu şekilde başlıyor. Devamını anlatmıyorum çünkü anlatırsam spoiler vermek zorunda kalabilirim. Filmin ilerleyen dakikaların baktığınız zaman ana konunun olmasa da yan konuların masaldan biraz da olsa saptığını görebiliyorsunuz.  Yani olaylar, Aladdin , Jafar,  Jasmine ve cin arasında geçiyor.

  Aladdin,  İlk olarak 1992 yılında sinemaya ekranlarında boy göstermeye başladı. O dönemdeki film yönetmenliğini Ron Clements ve Jon Musker yapmıştı. Cin rolündeyse efsanevi aktör Robin Williams vardı. 2019 yapımı Aladdin filminin yönetmenlik koltuğunda ise Snatch (Kapışma) ve Ateşten Kalbe Akıldan Dumana gibi mükemmel filmlerin yönetmeni Guy Ritche yer alıyor. Aynı zamanda filmin senaryosunda ve original screenplay de de o var. Belki biraz iddialı olacak ama, bu film 2020 Oscar ödülleri için, En iyi kostüm ve en iyi makyaj dallarında adaylık alabilir. Filmin başrollerini ise Will Smith,  Mena Massoud ve Naomi Scott paylaşıyor. Mena Massoud,  Aladdin rolünde çok iyi iş çıkarmış. Fakat filmin yıldızı yine müthiş oyunculuğuyla Will Smith. Özellikle onun olduğu sahneler filmin gidişatına direk etki ediyor. Cin karakteri çok zeki olmasının yanında çok da espritüel bir karakter. Tabi bu da Will Smith in oyunculuğuyla birleşince ortaya çok güzel bir tip çıkıyor. Bu arada film yarı müzikal tadında. Fakat bu sizi sıkmasın çünkü şarkılar filmin içerisine çok güzel yediriliyor. Özellikle bir Aladdin klasiği olan "Arabian Nights" şarkısı,  Will Smith in yorumuyla farklı bir değer kazanmış. Bu alanda bir hit bile olabilir. Film Amerika'da, İlk iki günde 90 milyon dolar gişe yaparak John Wick 3 ü geride bıraktı. Türkiye gişesi ise şu anda 1.265.750 TL de.  Eğer ailenizle ve çocuklarınızla güzel bir vakit geçirmek istiyorsanız kesinlikle tavsiye ediyorum. Hatta imkanınız varsa filme IMAX formatında gidin. Haftaya yeniden görüşünceye dek, şimdilik hoşçakalın!

                                                               Kutlay ZEREY

22 Mayıs 2019 Çarşamba

MACERA DEVAM EDIYOR : JOHN WICK 3 : PARABELLUM


  Merhaba sevgili okuyucularım. Ben Kutlay. Yeni bir yazıyla daha sizlerle birlikteyim. Bugünkü yazımın konusunu John Wick 3 oluşturuyor. Serinin daha önceki filmlerini de bu sayfada değerlendirmiştim. Dilerseniz o yazılarımı da okuyabilirsiniz.

 John Wick 3'ü değerlendirmeden önce gelin önceki filmlerde neler olduğunu hatırlayalım.

John wick 1 : Serinin ilk filmi 2014 yılında vizyona girdiğinde emin olaun bu kadar fazla dikkat çekeceğini ve izleyiciler tarafından bu kadar çok sevileceğini set ekibi dahil kimse tahmin edemezdi. John Wick, emekli olmuş eski bir tetikçidir ve karısından ona yadigar kalan köpeğiyle birlikte yaşamaktadır. Günün birinde evi Rus mafyası tarafından basılır ve çok sevdiği köpeği öldürülür. John, intikam almaya yemin eder ve olaylar gelişmeye başlar. Yani köpeği için dünyayı yakar hale gelir. Bu konu, o dönemlerde o kadar çok popüler oldu ki, sosyal medyada bir çok yerde konu hakkında çeşitli espriler yapıldı. 2014 yılında çekilen bu film,  Türkiye de 3 milyon dolar, Dünya genelinde ise 43.550.032$ hasılat elde etti ki içerisinde bilimkurgu öğeleri olmayan bir film için oldukça başarılı bir rakam.

 John Wick : Chapter Two : John Wick 2, serinin ilk filminin getirdiği başarının ardından 2017 yılında John Wick 2 : Chapter Two adı altında vizyona girdi. Bu filmin mottosu ise "Şeytanı sırtından bıçakladın " .  Filmin hikayesi ise Roma da geçiyor. Roma yı duyunca aklınıza sakın Dante 'nin Infernosu gelmesin. Konunun o olayla pek ilgisi yok.  Bu seferki intikam duygusu köpek için değil, ölen karısı için. Ayrıca filmin içerisinde Laurence Fishburne'u görmek beni çok mutlu etti. Matrix üçlemesini izleyenler ne demek istediğimi anlayacaklardır. Bu film tüm dünyada 97.500.850$ gişe hasılatı elde ederek, İlk filmi ikiye katladı.

John Wick 3 : PARABELLUM : Evet gelelim yazınızı asıl konusunu oluşturan serinin üçüncü filmine. Film geçtiğimiz günlerde, 16 Mayıs 2019 tarihinde vizyona girdi. Bu filmin mottosu ise "Hayatta kalmak" . Film, İkinci filmin bitti yerden başlıyor (ki bunu en son Thor : Ragnarok da görmüştük) John a saat 18:00 a kadar vakit verilmişti verebilen vakit içerisinde yapması gerekenleri yapmazsa ölümü legal hale gelecekti. Ve onu getiren kişi 14 milyon dolar ödüle sahip olacaktı. Yani bu film, diğer iki filmde olduğu gibi bir kovalama hikayesi değil aksine bir kaçış hikayesi. John, İkinci filmden sonra karısının hatıralarıyla birlikte yaşamak için elinden geldiğince yaşamaya devam etmek ister. Bunun için kendisini öldürmek isteyenlerden ( Başta yakuzalar ve yüksek şura olmak üzere)  kaçmaya başlar. Olaylar ABD den Casablanca ya kadar uzanır. Çünkü Casablanca da köpeği için tüm dünyayı yakabilecek başka eski bir dost vardır (Halle Berry). Olaylar bu çerçevede gelişmeye devam eder. Film içerisinde karakter gelişimini hala tamamlayamayan John un gerçek kimliğini bulma arayışını, bu kimlik arayışı sırasında şimdiki haline  nasıl geldiğini daha kolay görüyoruz. Film içerisinde göndermeler (omajlar) da fazlasıyla var. Hatırlarsanız ikinci filmde John ve düşmanlarının aynalar içerisindeki bir odada dövüştüğü sahne vardı. Ben de yazımda bu sahnenin Charlie Chaplin 'in 1928 yapımı "the Circus" filmine bir gönderme olduğunu söylemiştim. Aynı "ayna metaforu" bu filmde de kullanılmaya devam ediyor.
John Wick 2 (2017)

The Circus (1928)

 Ayrıca filmin filmin içerisinde bir dövüş ustası olan Bruce Lee'nin bazı filmlerine de göndermeler var. Biraz da filmin adından adından bahsedelim. Filmin adı PARABELLUM.  Peki nedir bu parabellum? 

Parabellum : Parabellum - Pistole,  Ya da Luger P08 adıyla da bilinen yarı otomatik, kendisini doldurabilen,  9mm çapında mermi kullanan,  yarı otomatik bir tabanca. 1898 Yılında Almanlar tarafından üretilip, 1900 yılından itibaren piyasaya sürülmüş. Ve iki dünya savaşında da kullanılmış bir silahtır. Filmin ilk sahnelerinde John, Kendi imkanlarıyla silahları birleştirip kendisine bir Parabellum yapmaktadır. Ayrıca filmin sonlarına doğru otel müdürünün kendisine vermiş olduğu 9mm çapındaki mermiyi kullanan silah da parabellumdur. Filmde çoğunlukla o silahı kullandığı için filmin adı da oradan gelmektedir. 

Filmin başrollerinde muhteşem oyunculuğuyla  Keanu Reeves , Halle Berry ve Laurence Fishburne ve Ian Mcshane yer alıyor. John Wick 3, girdiği ilk haftadan 60 milyon doları üzerinde gişe hasılatı elde ederek vizyona müthiş bir giriş yaptı. Ve dördüncü film de 21 Mayıs 2021 tarihinde vizyona girecek. Tekrar başka bir filmde buluşuncaya dek şimdilik hoşçakalın! 

                                                                 Kutlay ZEREY

20 Mayıs 2019 Pazartesi

BIR EFSANENIN SONU: GAME OF THRONES FINAL


  Merhaba sevgili blog okuyucularım . Ben Kutlay. Yepyeni bir yazıyla daha sizlerle birlikteyim. Bu yazınızı konusunu başlıktan da gördüğünüz gibi Game Of Thrones oluşturuyor. Game of Thrones,  bu sabah yayınlanan 8. Sezonun 6. bölümüyle büyük finalini yapıp, bizlere veda etti. Fakat yayınlanan son sezon, izleyiciler tarafından çok da fazla beğenilmedi. Ben de bugün sizler için dizinin son sezonunda nelerin iyi, nelerin kötü olduğunu ve sezonun neden bu kadar eleştirildiğini ele alacağım. Yani anlayacağınız, son sezonla alakalı konuşacağımız çok şey var. Hadi başlayalım.

  Game of Thrones,  2011 yılından beri HBO kanalında yayınlanan, temelini George R. R. Martin'in "Buz Ve Ateşin Şarkısı" adlı 9 kitaplık serisinden alan, epik fantastik tarzda bir dizi. Ve birçok bölümüyle tahmin edemediğimiz şeyleri yapan, yaptıkça bizi daha çok etkileyen, etkiledikçe daha çok ekran başına bağlayan bir başyapıt. Dizi, o kadar çok önemli hale geldi ki başta Harvard olmak üzere bir çok üniversitede ders olarak gösteriliyor. 8 yıldır süren bu dizi, bu gece yayınlanan son bölümüyle ekranlara veda etti. Fakat yayınlanan son sezon bir çok izleyiciyi olduğu gibi beni  de tatmin etmedi.

1- Yaşanan olayların bizi tatmin etmemesi.   Bu tatminsizlikler  3. bölümde başlıyor. Dizinin üçüncü bölümü akgezenlerle yapılan savaşı konu alıyor. Ve bir saat yirmi dakikalık bölüm komple gece savaşıyla devam ediyor. Aslına bakarsınız dizinin en çok dikkat çeken bölümlerinden bir tanesi. Çünkü bu bölümün çekimleri tam 55 gün sürdü.  Peki bu bölümün bizi tatmin etmeme sebepleri neler olabilir?

1A - Dothrakilerin savaşta en önde gidip 30 saniyede hemen, Nasıl olduğunu anlayamadan öldürülmeleri. Ki biz ikinci sezondan beri Dothrakilerin nasıl büyük ve korkusuz savaşçılar olduğunu, düşman tarafından kolay kolay alt edilemeyecek bir savaşçı grubu olduğunu çok iyi biliyoruz. O nedenle böylesi güçlü bir grubun akıbeti ne olduğunu bilmeden yok edilmesi benim hiç hoşuma gitmedi. Bu arada Dothrakilerden bahsetmişken büyük lider Khal Drogo 'yu da anmadan geçmeyelim. Hala çok erken öldüğünü düşündüğüm karakterlerden biridir kendisi.

1B- Golden Company 'nin gereğinden fazla şişirilmesi. Evet buna da anlam veremedim. Çünkü sezon başından beri Dany ile Cercei arasında geçecek olan gerçek taht savaşında Golden Company nin Cercei tarafından yönetileceği ve bu ekibin ona büyük avantaj sağlayacağı hem dizi içerisinde hem de internet sitelerinde birçok kez dile getirilmişti. Ama biz izleyiciler olarak Golden Company i 1 dakika gördük. Orada da kılıç bıraktılar ve  tek bir kılıç sallamadan Lekesizler tarafından öldürüldüler.

2 - Bazı karakterlerin karakter gelişimlerini hala tamamamlayamamış olmaları. Bu konuda Jamie Lannister beni çok yanılttı ve üzdü. Biliyorsunuz ki Jaime diziye başladığımız ilk sezonlarda çok kötü ve ölümcül bir şövalyeydi. Fakat ilerleyen sezonlarda gerçeğin farkına varıp, kardeşi Cercei 'nin ne kadar kötü birisi olduğunu fark ettiğinde iyi birine dönüşmüştü. Nitekim son sezonda aradığı aşkı da buldu. Fakat sürekli kararsız tavırları yüzünden tekrar Kings Landing e döndü ve mantığı seçmesi gerektiği yerde aşkı seçerek benliğini tamamlayamadan bu diyardan göçtü gitti. Halbuki ben onun bir tapınakta taşların altında kalarak değil de meydanda savaşarak ölmesini beklerdim. Tabi bu noktada olayın içerine Sansa,  Arya,  Brienne gibi karakterleri katmıyorum. Çünkü yaşadıkları birçok şey onları dizide gelmeleri gereken yere getirdi.

3 - Daenerys 'ın bir anda Mad Queen'e dönüşmesi.  Evet bunu zaten bekliyorum ama bu kadar çabuk değil. Çünkü kendisi deli kral olarak da adlandırılan Aerys Targaryen in soyundan geliyor. Yani delilik kanında var. Daha önce izlediğimiz bölümlerde bunların işaretlerini de görmüştük. Mereen de köle tacirlerini yakması, Yunkai de yer alan ve ona karşı çıkan üst düzey yöneticileri yakması, Her ne kadar zalim de olsa Samwell Tarly nin babası Randyll ve abisi Henry ı gözü kapalı ortadan kaldırması zaten kanında o deliliğin olduğunu bize gösteriyordu. Fakat 8. sezonun 5.bölümünde bütün Kings Landing ı ve orada yaşayan suçlu, suçsuz, yaşlı, genç herkesi gözünü kırpmadan yakması onu deliliğin sınırlarına getirdi. Bunun tek sebebi Missandei'nin öldürülmesi olabileceğini zannetmiyorum.

4 - Jon snow ' un son sezonda çok sönük kalması. Sekizinci sezon içerinde sürekli kararsızlık yaşayan, yaptığı her şeyde tereddüt eden, amiyane tabirle sünepe bir Jon gördük. Özellikle kendisinin Aegon Targaryen olduğunu öğrendikten sonra bu durum had safhaya çıktı. Çünkü biz onu sekiz sezon boyunca (her ne kadar araya Robb  Stark girse de)  demir tahtın gerçek kralı olarak gördük.  Fakat kendisi hiçbir zaman öyle davranmadı. Gece savaşında sürekli ejderha tepesinde gezip, savaşa neredeyse hiç girmemesi beni Jon dan birazcık soğuttu. Ve tahtta yapamayacağını hepimiz anlamış olduk. Son olarak da gerçeğin farkına varıp Daenerys 'ı öldürdü ve yeni kral tarafından ait olduğu yere, Gece nöbetçilerinin yanına geri döndü.

 Dizinin son sezonunda yaşanan tatminsizlikler yazmakla bitmez. Buna masada unutulan kahve bardağı ve son bölümde kralı seçtikleri sahnede Samwell in ayağının ucunda duran şu şişesini katmıyorum bile. Onların hepsi devamlılık hatası olarak göz ardı edilebilir. Ama konu anlamında yaşanan tutarsızlıklar, ve son sezonda bizi şaşırtmak yerine görmek istediğimiz şeyleri vermeleri göz ardı edilemez. Göz ardı etmek kolaycılığa kaçmış olur diye düşünüyorum.  Kitapların hepsini okumuş ve dizinin tamamını defalarca izlemiş birisi olarak yayınlanan final bölümünün Redd Wedding den, Joffrey Baratheon'un ölüm sahnesinden ve son sezonda yapılan savaşların Battle Of Bustard dan daha iyi olması gerektiğini beklemek benim en büyük hakkımdır diye düşünüyorum. Çünkü tam iki sene bekledik. Ama bunu değil. Sonuçta o tahta Brandon Stark  oturdu. Evet bilge bir lider olabilir ama konu bilgelik olacaksa bence Samwell daha iyi olurdu(!) . Bizim beklediğimiz asıl lider, aklı başında, tereddüt yaşamayan bir Jon Snow du. Ama o da kraliçeyi öldürdüğü için gece gözcülerinin yanına döndü. Sansa, kuzeyin kraliçesi oldu,  Arya ise haritanın sonuna doğru yelken açtı. Dizi bitti ama bir yanımız hep eksik kaldı. Ama tüm ekibe sekiz sezon boyunca yaşattıkları için teşekkür ediyorum. Artık yeni çıkacak kitapları ve spin-off ları bekliyor olacağız. Hoşçakalın!

                                                                    Kutlay ZEREY 


18 Mayıs 2019 Cumartesi

Çift Kişilik YAŞAM : FIRTINA ANI


  Merhaba sevgili blog okuyucularım. Ben Kutlay. Yeni bir filmle sizlerle birlikteyim. Bu sefer sizin için ele alacağım film, alternatif bir yapım. Yani popülerliğini çok fazla olmayan, kalitesi yüksek olan bir film: FIRTINA ANI. Fırtına anı 2018 yapımı bir film. Yapımcılığını ise son zamanların yükselen markası Netflix yapıyor. Neden son zamanların yükselen markası?  Çünkü,  yapmış olduğu işler ortada. 2018 yılında yapımcılığını yaptığı "Roma" filmi, 2019 da Oscar dan 3 tane heyekelle döndü. Aynı zamanda House Of Cards,  Narcos, La Casa De Papel gibi uluslararası alanda sükse yaratan diziler de bu platformdan çıkıyor. Fırtına Anı da Netflix in çıkarmış olduğu kaliteli işlerden.

  Fırtına Anı filminin konusuna kısaca değinelim.  9 Kasım 1989 yılında büyük bir fırtınanın olduğu bir gecede Nico,  komşu evden çığlık sesleri duyar. Merak edip o eve gider. Eve gittiğinde se korkunç bir manzarayla karşılaşır. Bir adam karısını canice öldürüp, sokağa atar. Nico , evden kaçmaya çalışırken yolda araba çarpar ve hayatını kaybeder.  Aradan 25 yıl geçer. Vera,  eşi David ve kızı Gloria ile beraber yeni bir eve taşınır. İşte olaylar bu taşınmadan sonra başlar. Çünkü taşındıkları ev 25 yıl önce o büyük trajediyi yaşayan Nico 'nun evidir. Vera ve eşi David bir videotype ve eski bir TV bulur. Videotype in kayıtlarında Nico vardır. Vera, aynı 1989 yılında yaşanan bir fırtınanın benzerinde TV aracılığıyla Nico ile temasa geçer ve onun hayatını kurtarır. Fakat sonrasında kendi hayatı karmaşık hale gelir. Hayatta birlikte olduğu kimse onu tanımamaya başlar. Kızı da ortadan kaybolur. Vera ise böyle r açmazın içerisinden çıkıp, Eski hayatına kavuşmaya çalışır. Filmin yönetmen koltuğunda Oriol Paolo yer alıyor. Başrollerinde ise Adriana Ugarte ve La Casa De Papel dizinde profesör karakteriyle harikalar yaratan Alvaro Morte var. Bu psikolojik gerilim tarzındaki filmi kesinlikle tavsiye ediyorum. Filme puanım 7/10. Yeni bir filme tekrar görüşünceye kadar. Şimdilik hoşçakalın!

                                                      Kutlay ZEREY 

15 Mayıs 2019 Çarşamba

NOSTALJI KUŞAĞI: ÇOK ŞEY BILEN ADAM


 Merhaba sevgili blog okuyucularım. Ben Kutlay. Bu hafta yeni bir yazıyla sizlerle birlikteyim. Bu yazı diğer yazılardan biraz daha farklı olacak. Biliyorsunuz önceki yazılarımda daha popüler filmleri ele alıyordum. Fakat bu haftadan itibaren arada nostalji kuşağı yapıp eski filmleri de değerlendirmeye başlayacağım. Bu serinin içerisine Yeşilçam filmleri de dahil olabilir. Eğer sizin de değerlendirilmesini istediğiniz bir film varsa yorum bölümünden bana ulaşabilirsiniz. Bu hafta, nostalji kuşağının ilk filmi diğer filmleri kadar olmasa da yine de bir Hitchcock efsanesi olan The Man Who Knew Too Much (Çok şey bilen adam)

  Nostalji kuşağı serisinde ilk film olarak Çok Şey  Bilen Adam filmini seçmenin birkaç sebebi var. İlk olarak Hitchcock filmleri arasında çok fazla bilinmemesi. Tabi ki de bilinen bir film fakat Kuşlar,  Sapık,  Vertigo kadar popüler değil. İkinci bir sebep ise bu filmin başrolünde oynayan kadın oyuncu ve şarkıcı Doris Day ( ki biz kendisini Perhabs perhabs ve bu filmde de söylemiş olduğu 'qe sera sera ' şarkılarından tanıyoruz)  geçtiğimiz günlerde  97 yaşında hayatını kaybetmesi.

 Çok Şey Bilen Adam filmini ilginç kılan bir özelliği var. Bu film korku ve gerilim türünün ustası Alfred Hitchcock tarafından 2 defa çekilip vizyona sokulan bir film. Ve bu anlamda da dünyada bir ilk. Daha önce aynı yönetmen tarafından çekilip,vizyona iki defa sokulan bir film yok. Hitchcok,  İlk filmi 1934 yılında vizyona sokmuştu. Bu film İsviçre de geçiyor. Oraya tatile giden Bob ve jill bir Fransızlar tanışırlar . Fakat bu Fransız,  Bir suikaste kurban gider. Ölmeden önce Bob a büyük bir suikast düzenleneceğini, Londra da önemli bir diplomatın öldürüleceğini,  Bob un bunu engellemesi gerektiğini söyler. Fakat federaller de Bob'u öğrenir,  peşine düşer ve kızını kaçırırlar. Olaylar gelişmeye başlar. Şimdi önemli soru şu.  Hitchcock bu filmi neden beğenmedi?  Usta yönetmen vermiş olduğu bir röportajda bu sorunun sorulması üzerine şu cevabı vermiş : "Filmi vizyona soktuktan sonra izlediğimde filmin konusunun çekilen bölgeye uygun olmadığına karar verdim ve sonraki filmimde konuyu Afrika topraklarına taşıdım" der ve bugün de yazımızın ana kaynağını oluşturan, 1954 yapımı Çok Şey Bilen Adam filmini çeker. Filmin konusu aynıdır fakat olay bu sefer İsviçre de değil, Afrika da geçer. Filmin  başrollerinde ise tarihin en iyi oyuncularından birisi olarak gösterilen James Stewart ( ki kendisini daha sonra başka Hitchcok filmleri olan Arka Pencere ve Vertigo da da gördük)  ve Doris Day yer alır. Böylece ortaya "qe sera sera" efsanesi de ortaya çıkar. Polisiye dram türündeki bu filmin IMDB puanı 7.5 . Benim puanım ise 7/10 . Farklı bir filmle tekrar görüşünceye kadar şimdilik hoşçakalın!

                                                          Kutlay ZEREY